UA-48803772-1

19 Aralık 2014 Cuma

20 Aylık Bir Gudu

       Artık tam yirmi aylıksın. Kocaman bi adam oldun. Sen de büyüdüğünün farkındasın sanırım. 
      Mesela artık mama sandalyesinde oturmayı reddediyor, bizim gibi sandalyede oturmak istiyorsun. Hele bir yere yemek yemeye gittiğimizde oradaki mama sandalyelerinde hiç rahat etmiyorsun. Zaten ikeanın plastik beyaz mama sandalyelerine sığmıyorsun bile. 
      Artık bizimle çay içmek istiyor, suratın şekilden şekile girse de soda içiyorsun. 
    Boyun, posun, sesin, duruşun da değişti. Bu söylediklerim bi yerden tanıdık geldi. Evet evet hatırladım. Pepe' yi de çok sevmeye başladın. Şarkılarına tempo tutuyor, adını söylüyorsun. 
      Sayende biz de Pepee hakkında büyük bilgi sahibi olduk. Ama baban Pepee' nin büyükbabasından hiç hoşlanmıyor. Sosyal medyada Pepee' nin dedesini sevmeyenler çokmuş. Teyzen söyledi. 
     Ikinci doğumgününe az bir zaman kaldı. Ben şimdiden kafamda evirip çevirmeye başladım. .ilk doğumgününde olduğu gibi yine her ayrıntısıyla ben ilgileneceğim. Sana çok güzel bir doğumgünü partisi hazırlayacağım. İnşallah. Allah ömür verirse. 
    Bu aralar en büyük eğlencen yatağın üzerinde zıplamak ve koltukların üzerinde yürümek. Guducum bundan  neden bu kadar keyif aldığını anlamıyorum. Çünkü ben yüreğim ağzımda etrafında dolanıyorum. Bazen kenara yaklaştığında fena çığlıklar atıyorum. Umrunda bile olmuyor. 
      Sanırım biraz yaramazsın. Laftan da pek anlamıyorsun. Ama sana kızmadan, bağırmadan, güzel güzel konuşarak, anlatarak büyütmeyi düşünüyorum. Umarım başarırım. 
       Seni çok seviyorum. 

13 Aralık 2014 Cumartesi

Muhlama Ve Ya Mıhlama Kuymak Da Olabilir.


  Eşimle yaptığımız Karadeniz gezisinde tatmıştım ilk. Ağır tereyağı kokusu yüzünden pek hoşlanmamıştım. Aynı sebepten Karadeniz pidesini de yiyememiştim. Insanın yemek zevklerinin zamanla değişmesi ne tuhaf. Şimdi mutfağımda neredeyse bütün yemeklerim tereyağıyla pişiyor ve severek yiyorum. Aynı şekilde yıllarca balık yememiş, şimdiyse düzenli aralıklarla yemesem hayata küsen biriyim. Enteresan gerçekten. 
     Bu aralar devamlı gittiğimiz, Karadeniz yemekleri yapan bi yer var. Biz ilk zamanlar köftesine bayıldığımız için gidiyorduk. Sonra karalahana çorbası, karalahana sarması, hamsi tava, Mısır ekmeği denedik. Karadeniz mutfağını sevdiğime karar verdim böylece. Hiç kahvaltıya gitmediğimiz için Mıhlama yememiştim. Ama illa kahvaltıda yenecek diye bi kural mı var ki? Bir bahar akşamı uzun bir zamandan sonra Mıhlama yedim.
      Beğendim mi? Bayıldım, bayıldım. Yok böyle bir lezzet. 
      Bu vesileyle peynirin sıcak formunu ilk deneyen insana şükranlarımı sunuyorum. He bi de Hellim peyniri var ki, of off. 
      Kıbrıslılara da selam olsun.
      Behlül kaçar. 

8 Aralık 2014 Pazartesi

Eminönü' nden Notlar

    Bugün yine dışarıya attım kendimi. Yavruyu ve sevgiliyi güvenli bir yere bıraktım. Sonra Eminönü' nü talan ettim. 
        Bir semt bu kadar mı güzel olur Yarabbim! 
       Bütün sokaklarına, bütün dükkanlarına girdim, çıktım. Bazen kalabalıkta fenalık geçirdim, bazen böbreğime dirsek yedim, bazen yolumu kaybettim ama yılmadım. Ne kadar saçma sapan ıvır zıvır varsa hepsinden aldım. Renkli kurdeleler, kurabiye kalıpları, her renkten pelur kağıdı, ponponlar, keçeler... Ne yapacağım konusunda hiç bir fikrim yok. "Ucuz bulmuşken alayım, bir gün lazım olur." Mantığım bu. Hay ben mantığıma!!
     Şaka maka, hepsini kullanacağım zaman geliyor. Zaten bütün gün evdeyim. Bişey üretmezsem çıldıracağım. 
      Gudu doğdu ya, o güzelim tahsilli, iş güç sahibi, topuklu ayakkabılı kadın gitti, nur topu gibi bir kocasının parasını çar çur eden hobi kadını geldi. En ev kadını cinsinden. 
   Gerçekten de hobi kategorisine giren ne varsa hepsine hunharca saldırıyorum. Ve şunu da söyleyeyim ki, hepsinin üstesinden öyle güzel geliyorum ki. Hahhay
      Bir gün makaron yapıyorum, bir gün keçeden kapı süsü yapıyorum, bir gün bir bakmışsın hoop resim çiziyorum. Çoğunu ailece tüketiyor/kullanıyoruz. Bazen de sevdiğim insanlara hediye ediyorum. 
       Öyle rahatlıyorum ve öyle mutlu oluyorum ki, eserimi dakikalarca sırıtarak izliyorum. 
      Şimdi, bugün ayrı bir heyecan yaşıyorum. Çünkü Eminönü'nden polyester bir tepsi aldım. Ve de renkli boyalar. 
     Son zamanlarda çok popüler bu polyester ürünler. Hem de çok pahalı. Ne gerek var kendin yapmak varken. 
        Az önce heves heves tepsinin alt kısmını boyadım. Ilk defa yapıyorum ya, mundar olmasın diye. Yarına kadar kuruyacak. Yarın da üst yüzeyini boyayıp, öbür gün de sevgili kocama onunla çay servisi yapacağım. 
        Ne büyük mutluluk!  


6 Aralık 2014 Cumartesi

Rafaello


     Insanın birini/bişeyi herşeyiyle sevmesi mümkün müdür? Yani sevdiği şey/kişi sevmediği özellikler barındırsa bile çok sever mi? Ya da şöyle sorayım; insan sevdiği/beğendiği/tuttuğu hiç bir özellik barındırmayan birini/bişeyi de çok sevebilir mi? 
         -Gerçek bilgi mümkün müdür? 
         -Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan? 
         -Sende mi Bürütüs?
         -Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi? 
       Bilinçaltımdaki tüm soru cümleleri birer birer döküldü. Az kalsın varoluşu sorgulayacaktım. Filozof kadınım vesselam. 
          Ama asıl konu çok farklı. 
          Ben sadece Rafaello' yu çok sevdiğimi söyleyecektim. Hakkında yazı yazacak kadar. 
Şimdi konuya dönüyorum. Mesela hindistancevizi, beyaz çikolata ve badem. Hiçbiri bayıldığım şeyler değil. Hatta hindistancevizine ayrı bir antipatim var. Peki bunların birleşiminden oluşan bir ürün nasıl kalbimi çaldı? Peki nasıl oldu da ben Rafaello bağımlısı oldum? 
         Garip değil mi? 
      Aslında değil, aşk diye bir gerçek var bu hayatta. Örneğin sarışınlardan hiç hoşlanmazken, bir sarışına aşık olursun, sevgilim olacak insan illa gitar çalmalı, uzun saçlı ve küpeli olmalı derken, sivri burun ayakkabı, kumaş pantolon giyen, saç uzatmayı bırak hep asker traşlı gezen birini seversin, kıskanç insanla hayatta işim olmaz der, dünyanın en kıskanç insanıyla evlenirsin. Neden? Çünkü o kişi totalde seni tatmin etmiştir, sana kimsenin veremeyeceği o mutluluğu vermiştir, gözlerindeki ışığı daha önce hiç kimsenin gözünde görmemişsindir falan filan. 
        Şimdi bunları düşününce ben bir çikolatanın bağımlısı olmuşum çok mu? Değil.
      Yine bugün bir paketini hunharca bitirdim. Arada Gudu'ya ve babasına da bir iki tane attım. Sus payı. Durduramıyorum kendimi. Hepsini bitirmeden huzurum olmuyor. Bitince de boşluğa düşüyorum. 
      Daha önce birileri farketti mi bilmem. Yurt dışından getirilen, freeshoplardan alınan Rafaellolar daha lezzetli sanki.  Benzinliklerde, büyük marketlerde satılanlar eskimiş gibi sanki tazeliğini yitirmiş gibi kayış gibi oluyorlar. 
       Şimdi bekle ki, eş dost yurt dışına çıksın. (Neyse ki artık biliyorlar, alıyorlar paket paket, sağolun canlarım)
       Bekleyyom gari. 

3 Aralık 2014 Çarşamba

Ya Umutlar Biterse

      Hoşgeldin Aralık!! 
    Sen geliyosun ya yıl da toparlanıp gitmeye hazırlanıyor. Ne çabuk geçti, halbuki ona alışmış, benimsemiştik. Bi öncekine alıştığımız gibi. Ve daha öncekine. Öncekilere. 
     Bu bitecek yılı da eğlenerek karşılamış, sonra bi süre yabancılamış, tarih atarken zorlanmış, eski seneyi anmış, sonra alışmıştık. Diğer senelere alıştığımız gibi. 
      Diğer alıştığımız seneler gibi bitiyor bu da.
      Sanki muhabbetin sonuna gelinmiş, son çay da içilmiş, vestiyere uzanıp montunu almak kalmış bi tek. 
       Sanki valizler toparlanmış, bilet ayarlanmış, vedalar yapılmış, çıkıp gitmek kalmış bi tek. 
      Aralık ayı muhasebe zamanıdır derler ya! Doğru, önce bi geriye dönüp bakmalı. 
     Ve de umut zamanıdır Aralık. Çünkü umutlanmak için eşikler, başlangıçlar, bitişler, hayatın ufacık değişiklikleri bile umut kaynağıdır. Yaşamın telaşında umut da ötelenir, unutulur, hatırlanmaz ya. İşte böyle zamanlarda tutku gelir yine umudun yanına ilişiverir. İyi ki de böyledir bu. 
      Ya umutlar biterse????

21 Kasım 2014 Cuma

Uçurtma Avcısı


     Khaleed Hosseini' nin ilk okuduğum kitabı 'Ve Dağlar Yankılandı' idi. Yani yazarın son romanı. 
Genel kanı, Ve Dağlar Yankılandı romanının yazarın önceki romanları kadar iyi olmadığı yönündeydi. Yani arkadaşlarım, eş dost falan öyle dediler. ( ne kaa entellektüel bi çevrem var) Oysa ben Uçurtma Avcısı' nı okuduktan sonra onu -eh-  beğendiğimi farkettim. 
    Gelelim Uçurtma Avcısı' na. 
    Öncelikle bu kitabın iyi bir kitap mı, kötü bir kitap mı olduğuna karar veremedim. Onu belirteyim. 
    Evet okurken etkilendim. Kitabı elimden bırakasım gelmedi. Bazen gözlerim doldu. Bir bölümünü, kitabın kilit noktası olan bölümünü okuduktan sonra uykum kaçtı, uyuyamadım. 
     Peki bu bir kitaba iyi demek için yeterli mi?
    Eğer dramatizm, ajitasyon arıyorsam oturur, akşamları güzide dizilerimizden bir tane izlerim. Ki zaten kitabı okurken bi kaç defa 'bu ne ya böyle sanki Mahsun Kırmızıgül filmi izliyorum' dediğim zamanlar oldu. Mahsun' un filmleri de böyle ya; Insan izlerken o veya bu sebepten görmemesi gereken bir olaya şahitlik etmiş gibi bir hisse kapılıyor. O da insanın kızgınlığının, nefretinin, acıma duygusunun en uç, en mahrem denebilecek noktasına dokunuyor ya (ne gerek varsa) hani. Öyle ki insana rahatsızlık veriyor. 
      Bu kitap da bende bu izlenimi yarattı. Ve ne yazık ki bunun tek nedeninin ticari kaygılar olduğunu düşünüyorum. :/
    Her yazar kitaplarının daha çok okunmasını, çok satmasını ister. Ama ben de okuyucu olarak yazarın bu kaygısını okurken hissetmek istemiyorum. 
     Evet, acılar, zorluklar, ölüm, yoksulluk hayatın bir parçası. Görmesem de, okumasam da, birileri bir yerlerde zor hayatlar yaşıyor, yaşayacak. Ki ben de okuduğum kitaplarda hep güzel, tatlı şeyler yazılsın, hepsi mutlu sonla bitsin, gülümseyerek okuyayım demiyorum. Ama, dediğim gibi bu kitapta, kötü detayların bu kadar pervasızca gözüme sokulmasından rahatsız oldum. 
       İşte çok satanlar, çok sattıranlar hikayesi bu. Bu hikayeyi sevmiyorum. 

20 Kasım 2014 Perşembe

Bir Kitap Okudum

       Bloguma günlerdir hiç uğrayamadım çünkü misafirim var. Şehirdışından akrabalarımız geldi. 
       Allah misafiri evimden hiç eksik etmesin. Öyle çok seviyorum ki misafir ağırlamayı. 
Yoruluyorum evet. Hem de ciddi yoruluyorum. Çünkü hem bebekle uğraşma, hem de günlük ev telaşesinin yanında ekstra bir çay servisi bile "iş" oluyor benim için. Hele ki misafirim yatılı misafirse bütün günüm ışık hızında geçiyor. Ve gece yatağa pelte gibi uzanıp derin mi derin bir uykuya yatıyorum. 
      Yemekti, tatlıydı, temiz çarşaf, havlu, çay, kahve derken kendimden geçiyorum geçmesine de şu üç gündür bir de kitap bitirdim. Herkesi yatağına gönderip, mutfağı toparlayayım da sonra uyurum derken bünyem sinyal veriyor; 'bugün bana/kendine hiç zaman ayırmadın'!!!
     Kendime zaman ayırma olayını önemsiyorum. Çünkü bunun zamane insanının pilini doldurma yöntemi olduğunu düşünüyorum. Deşarj dedikleri olay yani. O kısacık zamanda, işe güce, görevlere, kafada dönen tilkilere bir mola vermeli ki yeniden dönmek için de enerji depolansın. 
    O zamanda ne yapılacak, nasıl yapılacak, öyle özel bir formülüm, bir sırrım yok. O günün şartlarında ne yapmak istiyorsam, belki yarım saat uzanmak(uyumak yok:))), belki internette biraz takılmak, belki sevdiğim bi şarkıyı yedi kere üst üste dinlemek, belki kişisel bakım yapmak, belki sadece bir fincan çay içilebilir. Yeter ki kendime o zamanı vereyim ben. Her zaman yaptığım şeylerle bile doldurabilirim onu. 
      Hatırlıyorum, çalışırken, çok yoğun olduğum günlerde bile masamı olduğu gibi bırakıp çayımı alıp bahçeye, balkona çıkıp on dakika olsun kafa dinler sonra gelir yine devam ederdim. Öyle iyi gelirdi ki. 
        Ha bu olayın bir püf noktası var ki, kendine zaman ayırma zamanı gelmişse ertelememek lazım. Ha şimdi ha sonra derken kaynayıp gider, sonra gecenin bi vakti bende olduğu gibi kendini hatırlatır. 
        İşte bu son günlerde de beni rahatlatacak olan bir kitap okumaktı. Bunun içinde Khaleed Hosseini' nin Uçurtma Avcısı kitabını seçtim. 
      Lafı geçmişken söyleyeyim ben bestseller lardan hiç hoşlanmam. Bir şey çok satmışsa iyi değildir gözümde. Aynı şekilde tanınmayan bir şarkıcıyı keyifle dinlerken tanınmaya, klipleri yayınlanmaya, heryerde şarkıları çalmaya başlayınca kızar, dinlemeyi bırakırım. Sanki eskiden sadece bana ait bir şeydi de şimdi herkesin oldu gibi bişey hissediyorum. Alışveriş yaparken 'abla bu üründen çok sattık, elimizde bir tek bu kaldı' cümlesini duyarsam elimdeki herneyse bırakırım, almam.  Bazı başka insanların da böyle olduğunu duydum. Mantığı ne bilmiyorum. Aidiyet duygusuyla mı ilgili? Yoksa kendini çok önemseme hastalığına mı yakalandık acaba? Hıhh! 
      İşte bu kitap için sağda solda o kadar şey duydum, her türden o kadar insan ağzını yaya yaya 'çookkk güzzel bi kitap, okurken o kadar ağladım kiii, mutlaka okumalısın' dedi ki yine bir önyargı başlamadı değil. Ama yine de okudum ve üç gece bi kaç saatlik okumalarla kitabı bitirdim. Kitap hakkında ben diğer okuyanlar gibi çok güzel bir kitap demeyeceğim. Elbette daha fazlasını söyleyeceğim. Ama bir sonraki yazıda. 

15 Kasım 2014 Cumartesi

Bu Benim Hayatım (pilav)

     Akşam bi müzik kanalı açtım da şarkı dinleyeyeyim dedim. Şansıma İstanbul' da yapılan bir müzik festivalini canlı veriyorlar. Oo süper. 
     İlk hip hop söyleyen bi grup çıktı. Adı No1 miş. Şarkının adı da "Bu benim hayatım". Ben gençken Ceza vardı, Sagopa vardı. Tey teyyy.
      Hala varlar de ben yoğum. Insan büyüyünce bu müzikleri dinlemiyor. Çünkü ergenlerin ve ergen kalanların müzik tarzı bu. Bence tabi. 
     Neyse şarkı tam rap, hip hop işte o tarz. İşte hayatın sillesini yemişim ben, zaten sigaraya altı yaşında başladım, yok eskiden gözlerim karaydı, şimdi kararan gözaltlarım falan, şarkı hızlı hızlı akıyor. Arada kamera seyircilere dönüyor. 10  15 sene önceki halimden kızlı erkekli bi sürü var. Hepsi çok tatlılar. Şarkılara tüm benlikleriyle eşlik ediyorlar. 
     Ama o da ne, bir gariplik var. 
   Solist pilav sever çıktı. "Yaşamak için tek sebebim belki de pilav" diyor. Şaşırıyorum, bi daha söylüyor, sonra bi daha. "Aa pilav için şarkı yapmışlar, demek ki benim kadar sevenler varmış", diyorum. Ama bi yandan da yok canım o kadar da değil diyorum. Kamera seyircilere dönüyor. Onlar da pilav pilav diye tempo tutuyor.  Bir kaç dakika dumur oluyorum. Alla alla. ???
   Neyse ki sonra anlıyorum. Pilav değil o hip hop mış. Cancanlar hipap hipap dedikçe pilav anlamışım. 
      İşte. 
      Kafa uykusuzluktan gidip geliyo ne yapacaksın. Sevgiler! 

Bağırsak Hikayesi

      Unuttum yazmayı. Gudu' nun kaka tahlilini yaptık. Tabi çok mühim bi mesele nasıl unuturum. Sanki herkes işi gücü bıraktı, nefesini tuttu Gudu' nun bağırsağında kurt var mı yok mu onu bekliyordu. Olsun.
       Belki bebeğinin sık uyanması nedeniyle uykusuzluk çeken bir anne daha vardır. (Daha neler, tabi ki vardır)  Ona da fikir olur yazdıklarım. Evet Gudu' nun yaklaşık iki aydır uyku düzeni bozuktu. Gece sık sık uyanıyor ve ağlıyordu. Ben de yaptığım araştırmalar sonucu kıl kurdu olabilir diye düşünmüştüm. Merak edenler daha önceki uyku konulu yazılarımı okuyabilir. 
     Yakın bir hastane bulduk. Ve sabah Gudu yapar yapmaz çıktık yola. Doğru tabakhaneye. Ay pardon hastaneye. ((Bu arada bu deyimin kaynağını merak edip onu da araştırdım. Malum araştırmacı bir kişiliğim. Şöyle ki; eskiden postların yani hayvan derilerinin işlendiği yere tabakhane denirmiş. Bu derilerin parlaması da afedersiniz köpek kakası sayesinde olurmuş, ve kaka ne kadar yeni yapılmış olursa deri o kadar parlak olurmuş, köpekler de genelde bu işi sabah yaptıkları için o yaptıkları şeyler hızlıca toplanıp tabakhaneye yetiştirilirmiş. İşte bu deyim burdan gelmiş))
       Konumuza dönelim. Elimizde Gudu' nun kirli bezi hastaneye koştuk. Tahlil yapılabilmesi için 45 dakikayı geçirmememiz gerekiyor. 
      İğrenç detaylar var da onları anlatmayım şimdi. Zaten ne iğrenç bi yazı oldu bu. Kurtlar, kakalar ıyy. 
      Sonuç: temiz. Kıl kurdu, parazit bilmem ne, hiç bişey yok. Çok şükür bu çok iyi bir haberdi. Ama elimde uykusuzluğunun nedeni olarak bir tek bu kalmıştı. Oy ben nerelere gidem. Bir de eşimin "ben demiştim yok diye" lerine maruz kaldım. Ama olsun neyse ki çıkmadı. Hem bir sürü uğraş dur, minicik bebeğe ilaçlar ver, dezenfekte et falan filan. Hem de ben kesin "pasaklı anne miyim ben?" Triplerine girerdim. 
     Uykusuzluğa gelince, oğulcan hala uyanıyor ama eskisi kadar sık değil. Uyumadan önce iyi doyurup uyku saatini ileriye çekmek biraz farkettirdi. 
      Ben de artık hortlak gibi gezmiyorum. Biraz daha uyuyorum ya da bu tempoya alıştım. Bazen kafa gitmiyor değil, ama öyle de yaşamaya alıştım. 
        Malum, tenyalar bağırsakta yaşar, bağırmasak da. 
        Hadi eyvallah. 

14 Kasım 2014 Cuma

Urfalıyam Ezelden Geri Döndü

      Geçen Urfalıyam Ezelden' in yayından kaldırılmasına içerlemiştim ya. Dayanamadım aradım Kanal D yi, bağırdım, çağırdım. "Ben bu diziyi sevmiştim, izliyordum, nasıl kaldırırsınız?" diye çemkirdim. Telefondaki bayan bana "kanal politikamız bunu gerektirdi, ne yazık ki sizin beğeninize göre karar veremeyiz", demesin mi? "Sen benim kim olduğumu biliyor musun densiz, hadsiz, müdürünü bağla hemen", dedim. Sonra müdürü, sonra yayın yönetmeni, kanal sahibi derken iş RTÜK' e kadar gitti. Sonra arayıp özür dilediler falan da off neyse çok sinirlendim,  sizinle uğraşamicim dedim, kapattım konuyu. 
   Sonra geçen gün yazımı görmüş Star Tv yöneticilerinden biri aradı;"Madem bu kadar beğenmiştiniz, hemen diziyi bizim kanala çekiyorum. Keyifle izlersiniz bundan sonra" demesin mi? 
Sevindim tabi. O kadar kanallarına reklam veriyorum, tonla para döküyorum, sponsorluk anlaşmaları falan. Yapsınlar tabi bir güzellik. 
      Hem bu kadar servet sahibi insanım, böle küçük şımarıklıklar yapmaya da hakkım var sanıyorum. 
      Umarım dizi de sapıtmadan, pembe diziye bağlamadan, güzel güzel devam eder.
      Bak sevgili Urfalıyam Ezelden dizi ekibi: o kadar uğraştım, siz de çizginizi bozmayın ok? 
      Settarcığım senden sorarım bak dükkanın sahibi de ailenin reisi de sensin, haberin olsun. 
      İmza: kafası güzel ev hanımı. 
     (Şimdi yanlış anlaşılmalar falan olmasın. Kimse kimseyi aramadı. Reklam, sponsorluk falan yok öyle şeyler. Ama ben sponsor arıyor olabilirim tabi. Olabilir yani. Beklerim cnm. ) 

13 Kasım 2014 Perşembe

Dünyanın en zor işi çocuk büyütmektir.

      Geçenlerde yabancı bir reklam gördüm. Sloganı buydu: Dünyanın en zor işi çocuk büyütmektir. Kesinlikle katılıyorum. 
     Dünya üzerinde bu kadar sevilerek yapılıp bu kadar yoran başka bir iş var mıdır? Hem de ömür boyu, her zaman, her dakika, her saniye. Yanınızda değilse aklınızda, aklınızda değilse kalbinizde.       Düşünün ki daha bu dünyada yokken, kim olduğu bile belli değilken karnınızda. Ve görmediğiniz birini daha o zamandan bu kadar sevebilmek ne kadar enteresan. 
     Ve sizi yoran, evinizi kirleten, uyutmayan, bazen cinnet geçirten, 'büyüdükçe derdi de büyüyen'  birini bu kadar sevmek. Parmağına taş değse içinizin parçalandığı, hasta olunca ağlayacak kadar sevmek. 
      Dün akşam oğlum bisikletinden düşüp kafasını sehpanın kenarına çarptı. Ciddi birşeyi yok. Ama ben kendimi suçluyor ve düşündükçe ağlamaklı oluyorum. Evet, çocuk o. Düşe kalka büyüyecek. Ama ben onu canının azıcık bile yanmasına tahammül edemeyecek kadar çok seviyorum. Bu sevgidir bana bu satırları yazdıran. 
      Ve hep duamdır: Allahım! Kimseyi yavrusuyla sınama.

11 Kasım 2014 Salı

Urfalıyam Ezelden


     Ne güzel bi diziymiş. Üçtür izliyorum. 
   Normalde akşamları televizyon izlemem. Eşim evde olur, yemekle uğraşırım, çocuğu uyuturum derken fırsatım olmaz zaten. He bir de, sabah izlediğim bi dizi olduğu için kotamı da doldurmuş olurum. 
    Bu diziyi ayrı sevdim ama. Hikaye güzel, kadro çok iyi ve müthiş Urfa türküleri var. Izlemek için plan program yapılası. Bir de şarkıcı Öykü Gürman var başrolde. Ben bu kızın bu kadar yetenekli olduğunu bilmiyordum. Sesi de türkülere ne çok yakışmış. Öyle yanık, öyle içten söylüyor. Ben bu diziyi tuttum izlerim. 
    Diyordum ki; hoppala! Yayından kalkmış. Dikkat ediyorum da, ne zaman şöyle güzel, arı duru, sakin, biraz geleneksel, biraz memleket kokan bi dizi çıksa bir kaç bölüm sonra ipini çekiyorlar. Sebebi de reyting almamasıymışşş. Diziyi pazar günü maç programlarının olduğu saate koyarsanız ne beklersiniz sayın D kanalı? Hıı? 
    Yani illa kasvet kasvet dramları ya da ergen saçmalıklarını mı izleyeyim? Mecbur muyum? 
Ki bu dizide de dram vardı, aşk vardı, şiddet de vardı, en kralından töre de vardı (bkz: ölmem mi) Ama ölçülüydü ya, olmadı di mi? 
    Ben sabah kuşağına takılmaya devam. Kadın bu sabah kör oldu iyi mi? Hem de histerik körlük. Hey Allahım! 
     Ya o değil de Urfalıyam Ezelden de Bülent Serttaş abi de oynuyordu yaa:(( 

8 Kasım 2014 Cumartesi

Poğaçaya Mektup

    Sevgili poğaça! Bugün de yine senden istediler. Ben yapınca daha lezzetli ve pofidik oluyormuşsun.
          Hatta içlerinden biri senin pofidik olmanı benim de öyle olmama yordu ve diğerleri güldüler 😡😡 
           Asıl konuya gelelim; sana nasıl hitap etmemi istersin? Ben poğaça diyorum, bence doğrusu bu. Puaça, poğça, boğaça diyenler de var. Sen hangisini tercih edersin aceba? Biliyor musun, Menemen de aynı dertten muzdarip. Ona da melemen ve ya meleme diyorlar.:((
        Benim de bozulmaya çok müsait bir ismim var ve bozuyorlar tabisi. Kızmıyorum. Kim nasıl seslense dönüyorum ne uğraşıcam. Bak mesela ben de bizim oğlana Gudu diyorum. Ben de yaptığıma göre kötü bişey değil demek ki! 
           Hadi, afiyet ol. Hoşçakal. 

7 Kasım 2014 Cuma

Aşure

    Aşureyi benim kadar seven var mıdır acaba? Bayılırım, bayılırım. 
    Benim gibi aşure aşığı biri için Muharrem ayı bulunmaz nimet. 
    Bu yıl otlakçılık yapmayayım, kedi gibi komşuların getirmesini beklemeyeyim, dışarıdaki lezzetsiz aşûreleri de yemeyeyim, hem ben de komşulara dağıtırım, dedim bugün kendim yaptım. Çok da güzel oldu. Dee her profesyonel ev kadını gibi benim de yaptığımı yiyememe sorunum var. Pişirirken doyuyorum derler ya o hesap. 
   Ben normalde yaptığım yemekleri de yiyemem öyle. Sofraya iştahı kapalı bir şekilde otururum. Herhalde kokudan falan etkileniyorum. Ya da bütün yapım aşamalarını gördüğüm için hevesim kaçıyor. 
    Aşurede bu olmasaydı iyiydi. Ben koca bir tencere aşurenin bir kısmını dağıttıktan sonra kalanını üç gün kase kase yerim diyordum. 
     Neyse, yarın kocacım işe götürsün bari. Sevaptır. 
     Bir de gözümde büyütüyormuşum ne kadar kolaymış aşure yapmak meğerse. 

3 Kasım 2014 Pazartesi

Pembeymişş


  Yaklaşık iki yıldır evde oturuyorum. Ev hanımıyım yani. Ev hanımlığının şanındandır ya gündüz  kuşağı benim de yarim oldu. 
   Sabah programları, ne olduğu belirsiz konuklar, yani güzellik uzmanları, diyetisyenler, astrologlarla dolu.  Sunucularını da çok samimiyetsiz buluyorum. Izlemiyorum.
   Bir de yok o kiminle kaçtı, yok on aydır şundan haber alınamıyor, yok kızını dokuz yıldır görmedi programları var. Onlara da tahammülüm yok. 
    Evlilik programları var ki sinirimi zıplatıyor. 
    Ne kalıyor geriye: pembe diziler. 
   Adları pembe dizi ama hiç pembe değiller. Hatta bildiğin kara, kapkara, zift gibiler. Entrika, dram, acı, gözyaşı... Pembe denilmeyecek ne ararsan var. 
  Takip ettiğim bir tanesi var ki; her bir karakterin başından neredeyse bi kere tecavüz, şiddet, zenginken dibe vurma, hafızasını kaybetme, felç geçirme, bebeğini düşürme falan filan sırasıyla geçti. Yıkılmadılar ama, hala senaristlerin arada önlerine attığı azıcık mutluluk kırıntısına bütün dişleriyle gülüyorlar. Sonra yine gözyaşı, gözyaşı, gözyaşı. Hele bu dizilerden birinin baş karakteri iki sezondur aralıksız ağlıyor. 
   Bir kere sanki hepsi anlama özürlü. Biri birine bişey anlatacak ya, anlatana kadar, güneş batıyor, dinleyen çoğu zaman anlamıyor zaten. Tam bir seferinde anlayacak gibi oluyor. Hehh diyorum oldu bu sefer. Ama yok olur mu hiç. O sırada bir telefon geliyor, biri bayılıyor, üst kattan kurşun sesi geliyor, evde yangın çıkıyor, olaylar, olaylar. 
  Ama canları isteyince de (senaristlerin) öyle zamanlarda, öyle yerlerde, öyle olmaması gereken karakterler karşılaşıp öyle görmemeleri gereken şeyleri görüyorlar ki aklım duruyor. 
   Bir de akrabalık ilişkileri var ki, bir dizidekini aylardır izlememe rağmen hala çözmüş değilim. Kim kimin nesi belli değil. Ama her an biri birinin dostu, düşmanı, katili, sevgilisi, hatta anası, babası olabiliyor. 
   Izlerken eğleniyorum evet ama bir noktada sinir bozucu olabiliyor. Bazen höhh diyorum. Başlarım kurgunuza deyip kumandayı fırlatasım geliyor. 
   Sevgili senaristler bu laflarım size: Abi siz ne yiyip, ne içiyosunuz, nasıl bir hayat yaşıyosunuz, kafanız nasıl bir çalışmakla çalışıyor. Ekip olarak toplaşıp, çayı kahveyi, cipsi mısırı alıp, hadi sallama serbest diye işe koyuluyorsınuz o kesin de nasıl manyak bir hayalgücünüz var. Nereden uyduruyorsunuz bu kadar saçmalık? 
    Ay içim şişti. 
  Ama ben biliyorum ne yapacağımı. Bir gün bütün setleri tek tek basıp herşeyi bir bir anlatıp rahatlayacağım. Görürsünüz siz. 
    İmza: bir ev hanımı. 

1 Kasım 2014 Cumartesi

Hoşçakal Gözüm


     Birkaç gün önce Ahmet Abinin doğumgünüydü. Ahmet Abi diyorum ya bir tanışıklığım yok. Bir konserine bile gitmişliğim yok(ne yazık ki) 
     Biz eşimle ona Ahmet abi diyoruz. Ne zaman dertlensek, tartışsak, sıkılsak açıyoruz şarkılarını. O söylüyor, biz susuyoruz. Ben çoğu zaman ağlıyorum. Çünkü onun sesi benim kalbimin en ince yerine dokunuyor. Eşim de durgunlaşıyor. Üzülünce yaptığı gibi gözlerini kaçırıyor. Bazen gözlüklerinin altından bir yaş süzülüyor. Biz, ikimiz, kalbimize dönüyor, kalbimizdekilere dönüyor, birbirimizin kalbine geçiyoruz. O güleç ama hüzünlü adam bize biz olduğumuzu, bir kalbimiz olduğunu, insan olduğumuzu hatırlatıyor bir süre. Sonra yine dönüyoruz hayatımıza. Ne yiyeceğimizden, alışverişte neler alınacağından, Gudu' nun bugün neler yaptığından, trafikteysek önümüze kıran adamdan konuşuyoruz işte. O bir kaç şarkılık zamanlar hayat telaşemize hüzünlü ama güzel ve özel bir mola oluyor.
      Ona gelince;
     Yaşasaydı da bu günleri görseydi denilecek bir durum yok ne yazık ki. Evet birşeyler değişti ama. Şimdi de trajikomik bir durum var ortada. Dün ona vatan haini diyenler şimdi de akıllarınca kucaklıyorlar onu.
      Yapay bir iade-i itibar, bi şakşakçılık, dizilerde, haber bültenlerinde şarkıları çalıyor falan. 
     O rezil gece utançtan yerin dibine girilesi şeyler yapan güruh bi günah çıkarma havasındalar şimdi. 
      Ruhlarını satanlar o gün nasıl davranmaları gerekiyorsa öyle davrandılar. Bugün o düzen tersine mi döndü? Farketmez, onlar yine ne gerekiyorsa yaparlar. 
     Bu yüzden yarın öbür gün Serdar Ortaç, Ebru Gündeş falan yüzleri kızarmadan sahnede onun şarkılarını söylese hiç şaşırmam. 
     Gerçi ben  Serdar Ortaç' a kızmıyorum. Özeleştiri yapıp, o zamanlar yeni piyasaya girdiğini, tutunmaya çalıştığını, o çirkin davranışları baskı altında gerçekleştirdiğini, pişman olduğunu defalarca söylediği için bir tık önde. 
    Ama bunları müzik piyasasında bir yere gelmeden üzerine gidilmeden, ortalık durulmadan, Ahmet Kaya bu dünyadan gitmeden önce yapsaydı belki bir anlam ifade edebilirdi. Onun için kendini aklaması artık mümkün değil. Ama en azından bir çabası var iyi kötü. 
   Ben onu da linç savunucularının diğer bir kurbanı gibi görüyorum nedense. Genel resme baktığımızda orada onu da harcadılar  gibime geliyor. Bir fırsat sunmuş gibi yapıp onu da hayatının sonuna kadar bu ayıpla yaşamaya mahkum ettiler. Yazık. 
      Ahmet Kaya gibisi dünyaya bir kere gelirdi. Geldi ve gitti. Hoşçakal Gözüm. 

31 Ekim 2014 Cuma

Dua Dua Dua

     Yerin 300 küsür metre altındaki bir madende ve tonlarca suyun içinde 18 kişi ve dışarıda bekleyen yakınları....Tam dört gün oldu. 
     Umut çok illet bir şey. Nefret edilesi bir duygu bazen.
   Herkes, ilgili bakanlar, arama kurtarma ekipleri, uzmanlar bilmem kimler artık umutlar tükendi demeye başladı ya siz bir de onların yakınlarına sorun, umutlar tükendi mi? 
   Evet, benim de içim acıyor, ama dışarıdan bakan biriyim, düşünüyorum; Hani bir yere saklanmış olsalar, suya karşı barikat kurmuş olsalar, iyi kötü susuzluk yaşamazlar, yiyecek olmasa bunca zamandır dayanmış olsalar. Olamaz mı? Eğer içeridekilerden biri yakınım olsaydı buna öyle güçlü bir şekilde inanırdım ki.  
     İşte dedim ya umut bazen iyi, çoğu zaman kötü bir duygu. Insanı yavaş yavaş bitiren, mahfeden bir duygu. Uçsuz bucaksız, ayarsız belki bazen usturupsuz. 
     Ama Allah'tan ümit kesilmez değil mi? Evet umut etmek Allah' a varlığına inanmaktır bir nevi. Ol deyince olduransa o biz de inanırız, umut etmeye devam ederiz o zaman.  
     Allahım  sağsalim sevenlerine kavuşmasını nasip et. Âmin 
     

30 Ekim 2014 Perşembe

Baba Yapma


     Dün gece bir komşumuzun kavga seslerini dinledik. Hayatımda ilk defa bu kadar uzun süren, bu kadar şiddetli bir kavgaya şahit oldum. Korktum, ağlamaklı oldum. 
   Insan gerçekten üzülüyor. Çığlıklar, kırılan eşyaların sesi, şangırtılar.. Bana en çok dokunan çocukların ağlaması oldu. Ebeveynlerin çocukların  yanında kavga etmesinin bir yaptırımı olmalı bence. Sağlıklı bir toplum için bu gerekli.
    Şimdi bu yazdığıma ben de güldüm sevgili okuyucu. Haklısın. Kadınlar orda burda, sokakta kocaları tarafından öldürülürken peyy, ben kalkmış çocukların yanında kavga etmesinler diyorum. Komik di mi?  İşte sistem o kadar bozuk ki, bir sürü can acıtıcı sonucu var. Nerden başlanır, nasıl düzelir bilemiyorum. 
     Yine eskilere gidiyorum. Biz on beş yıl aynı evde oturduk. Çocukluğum ve gençliğimin bir kısmı bu evde geçti. Komşularımızla öyle sıcak iliskilerimiz vardı ki, kapılarımız açık olurdu çoğu zaman. Herkes birbirinin derdini tasasını bilirdi. Komşulardan biri kavga edince, kavga sesleri duyulunca hiç çekinmeden kapıları çalar, müdahale ederdi diğerleri. Kavganın şiddetine göre bazen babalar toplaşıp giderdi. Ortalık hemen yatışır, çay içilir, konu kapanırdı. Bazen gülünürdü bile. 
     Zaman algımızı da değiştiriyor. Şimdi düşününce özel hayata müdahale, mahremiyet yoksunluğu gibi görünüyor. Ama o zaman gayet normaldi. Kavga varsa müdahale de vardı. 
    Şimdi ise, kimse oralı olmuyor. Olan da gürültüden rahatsız olduğu için, kendini düşünerek müdahale etme gereği duyuyor. Ne yapıyor, polis çağırıyor ya da site güvenliğine haber veriyor. Çok sevgili kulakları rahatsız olmasın diye, malum hepimiz sevgi pıtırcığıyız ya kavga falan bilmeyiz, kavga eden de ne hali varsa görsün, rezil oluyosa olsun. Mantık bu. 
     Oysa ki, empati kuruyorum da, kavga eden çiftler ya da aile bireyleri bu kadar maddi ve manevi tahribattan sonra kapılarında polisle karşılaşınca ne hissederler, nasıl üzülürler, mahçup olurlar ve birbirlerine daha da bilenmezler mi? Haksız mıyım ama? Hepimiz öyle böyle tartışma gerilim yaşıyoruz. İster miyiz böyle bir şeyle karşılaşmak? 
    Karı koca kavgası hele çok hassas bir konu. İnsan karışmak istemiyor ama bir yandan da korkuyor, ya birine birşey olursa. 
   Dün bunu düşündüm örneğin. Eşime gidip kapılarını çalmayı teklif ettim. Şikayet babında değil insanca, kardeşçe, arkadasça hani. Belki biz gidince o öfke nöbetinden çıkarlardı. Eşim kabul etmedi tabi. Onlar karı koca biraz sonra barışırlar, dedi. 
    Yeni taşındıkları için tanımıyoruz onları. Nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Belki adamın elinde bıçak vardır. O sinirle sana saldırır. Olamaz mı, olabilir. Modern zamanların bize abasının altından gösterdiği sopası bu. Tehlike görünce uzaklaş oradan. Başına bişey gelmesin. 
    Böyle neresinden tutsan elinde kalan bir konu bu. Ne diyeyim. 
    Allah ağzımızın tadını bozmasın. 
    Imza: Hayriye Hanım

29 Ekim 2014 Çarşamba

İstanbul' da Sonbahar


     Sonbahar en güzel mevsim bence. İnsan bi dinginleşiyor, bi içine dönüyor. İlla ki hüzünleniyor da.        Zaten bu mevsime boşuna hazan dememişler ya. Hüzün mevsimi işte. 
   Sararan yapraklar, yağmurlar da insanın hüznüne hüzün katıyor işte.
   Şuanda yağmur yağıyor, camdan manzarayı izliyorum. 
    Sarı yaprak falan ara ki bulasın. Ağaç yok ki yaprak olsun. Gri, çirkin bir görüntü var. Çirkin çirkin yapılar, bitmemiş inşaatlar, her inşaatın yanında o sevimsiz vinçler... Artık her yerde 20 30 katlı binalar var. Sanırsın New York burası. Sanki kim en yüksek binayı dikecek yarışı var. 
    Böyle durup bakınca dünya ne kadar sahici görünüyor. Binalar, ağaçlar, uçaklar...herşey öyle yerli yerinde ki insan bu dünyanın bir sonu olacağına şaşırıyor bazen. Ne kadar inançlı olsak da ölüm diye bir gerçek olmasa inanamayacaktık belki. 
    Off nerden girdim bu konulara. Bi sigara yaktım, yağmuru izledim kafa nerelere gitti. 
    Iyi ki varsın canım blogum. Sayende istediğim kadar saçmalayabiliyorum. Muckks! 

28 Ekim 2014 Salı

Gudu' nun Annesinin Arıyla İmtihanı


    Hep dakik, düzenli, programlı olmak zorunda mıyım? Bırak dağınık kalsın diyemeyecek miyim bi kere. Tamam çok mükemmelim (çok mükemmel ne demek) hatta çok çok mükemmelim(???) biliyorum, ama o da bi yere kadar canım. 
    Bazen canım kahvaltıdan sonra masayı toplamak istemiyor. Bazen masayı topluyorum da canım boşları makineye doldurmak istemiyor. Bazen evin her bir metrekaresine oğlumun üç oyuncağı düşüyor. Bazen de katlanacak çamaşırları getirip salonda koltuğa yığıyorum. Onları da toplamak, katlamak vs istemiyorum. Kendi evimin dağınıklığında rahatsız edilmeden dinlenmek istiyorum.       Neden beni rahatsız ediyorlar ki? 
    Ev dağınık mı, hemen ani misafir gelir, misafir gelmezse evi hep bal dök yala kıvamında olan komşu abla oturmaya gelir, o da olmadı kargocu çalar kapıyı ya da sitenin teknik personeli ya da başka alakasız biri. Bi bırakın azıcık miskinlik yapayım. Ama yok. 
     Bugün de iki arı geldi. Evet evet arı. Bal arısı. 
     Yani kahvaltıda reçel yemek ve sonra reçel kâsesini mutfak tezgahına bırakmak suç mu? 
     Ben haşerattan hiç hoşlanmam. Ölüsünden bile korkarım. Karşılaşınca sırtıma ürperti gelir. Eşim evde yokken görsem huzurum kaçar. Olduğu odanın kapısını kapatır, asla uğramam. Bir hamamböceği yüzünden evi terkettiğimi bilirim. 
      Bu arılar da öyle hayvanlar ki, bi geldiler mi gitmek bilmiyorlar, dolaşıp duruyorlar sarhoş gibi. 
Önce biri geldi. Mutfaktan girdi hop salona. Sonra da diğeri. Gudu salondaydı. Ben hemen taarruza geçtim. 
      Oğlum söz konusu olunca ben bırak arıyı, bırak böcek fobisini vahşi bir amazona dönebilirim. Bir aslana tekme atabilir, bir yılanı kuyruğundan tutup havada  sallayabilirim. Annelik iç güdüsü bu. Başka şeye benzemez. 
     Nitekim arılar eve gelince de öyle oldum. Önce bir havlu ile düşmana koşan bir cengâver gibi onları püskürttüm. Ara ara üstüme üstüme pike yaptıklarında çığlıklar atmış olabilirim. Ehheh, minicik sesler çıkardım diyelim. 
    Onları öldürmeyi asla istemedim ama. Hayvanlara eziyet edilmesine karşıyım ben de her duyarlı insan gibi) amacım pencereden dışarı çıkmalarını sağlamaktı. Ama inat ettiler. Ikiye karşı bir kişiydim ve ayrıca ortada savunmasız bir bebek vardı. Başka çarem yoktu. Ben de dolaptan sineksavarı çıkarıp püskürttüm. Nasıl bir tepki vereceklerini bilmiyordum; Öldüler. :((
   Böyle can çekişe çekişe ölmelerini istemezdim. Ki bu kadar korkmama rağmen zaman zaman hayvanların hayatını kurtarmışlığım vardır. Bir kaç defa ters dönen böcekleri düzeltmişliğim, bir yavru kediyi sıkıştığı yerden kurtarmışlığım bile var. (Ben bir kahramanım) 
    Evet öldüler. 
  Oğlumla, muntazam pankeklerim, yazın yaptığım şeftali reçelimle geçirdiğim oyunlu moyunlu keyifli sabah iki arının cesediyle son buldu. 
    Çok hazin. 


27 Ekim 2014 Pazartesi

Bir Türkiye gerçeği: Lc Waikiki


     Ben neredeyse otuza merdiven dayadım ve daha ben küçükken vardı bu marka. O zaman yaşadığım küçük şehirde sadece bir tane mağazası vardı. Ama öyle çok da alışveriş yapmazdık oradan. O zamanlar pahalı bir marka mıydı yoksa biz mi çok fakirdik bilemeyeceğim.😂
      Sonra biz büyüdük ve kirlendi dünya. Yok yok onu demeyecektim. Sonra biz büyüdük ve her köşebaşına bir avm açıldı neredeyse. Her avm ye de bir LCW mağazası. Büyüdükçe büyüdü o da. Maşallah diyelim. Şimdi bir yerli marka neticesinde. Gurur verici bence bu. 
    Öğrencilik zamanlarında giyerdim. Sonrasında da zaman zaman giydim. Ama benim asıl hamileliğimde kurtarıcım oldu. Hamile giyimi gerçekten piyasaya göre gayet iyi ve süper ucuz. Ben farklı farklı mağazalarından renkli ve dar kesim hamile pantolonlarının her rengini almıştım. 30-40 lira arası bi fiyata. Hem çok rahattılar hem de sayelerinde kıyafet bulamadığımdan tarzımın dışına çıkmak zorunda kalmamış oldum. Bütün hamilelik boyunca o pantolonları giydim. Üstüne de bir şeyler uydurdum işte. Renk renk oldukları için çok sıkılmadım da. Daha ne olsun. 
       Şimdi de oğlumun kıyafetlerinin yüzde doksanını ordan alıyoruz. Yine ucuz ve nispeten kaliteli olduğu için. Zaten oğlumun kıyafetlerinde öyle aman aman kalite aramıyorum. Birkaç ay içinde hem küçülüp hem de sık yıkanmaktan çöp oluyorlar sonuçta ne gerek var o kadar para dökmeye. 
Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne; Pişti olma ihtimaliniz o kadar ama o kadar yüksek ki sormayın. Sokakta sizinle neredeyse aynı kombini yapmış kendinizin bir kopyasını bile görebilirsiniz. O derece. Pişti olmayı önemsemiyorsanız sorun yok. Ben feci bozulurum. Hiç hoşlanmadığım bir durum. 
      Ama çocuklarınıza giydirelim, giydirin. Çocuklar pişti mişti anlamaz nasılsa. Zaten hastaneye, parka falan gittiğimde bizim evdeki kıyafetlerin hepsini görüyorum neredeyse:)) Kızılay dağıtmış derler ya. Abartmıyorum. Ahahhah, çocukları karıştırmasak orda burda. 
      Alternatif olarak c&a var h&m var. Onlarında çocuk kreasyonları fena değil. Fiyatta da öyle çok fazla bir fark yok. Ama ayağımız alıştı işte bi kere. Hem de LCW yerli malı. Demiştim ya. Bunu ben çok önemsiyorum artık. 
      Bir de son dönemde mağazalarda çaldıkları bi şarkı var. Çıktıktan sonra da uzun bir süre dilinize dolanıyor: hayat bana waikiki vay vay waikiki waikiki waikiki vay vay:))
       Son olarak onlara bir önerim olacak. Bebek ve çocuk kıyafetlerinde şu iç etiketleri yapmasalar ne güzel olacak. Hele zıbın vs gibi tene temas eden parçalarda. Onları kesecem, koparıcam diye uğraşıp duruyorum. Ne gerek var di mi? 
      He bi de benim de düşündüğüm, sağdan soldan da çok duyduğum bir husus var ki züğürdün çenesi hesabı: bayramlarda ciroyu beşe ona katlıyorsunuzdur hee, bayram size güzel valla, sizi sizi. 
Neyse Allah daha çok versin. Bir sosyal tespitimizin daha sonuna geldik. Öptüm. Bye. 

25 Ekim 2014 Cumartesi

Uyumak Ya Da Uyumamak İşte Bütün Mesele Bu

      Bugün doktora gittik, aşılarımızı olduk. Gudu oğlanın uyku problemine ise çözüm bulamadık. Hani kıl kurdundan şüpheleniyordum ya tahlil için kakasını hastaneye götürmemiz gerekiyordu.  Ama Gudu beyin her günkünden erken yapası tuttu. En fazla 40 dakikada yetiştirmek gerekiyomuş.  Bunu hiç bilmiyordum ama süper akıllı olduğum için önceden doktoru arayıp sordum. Ve tabi ki biz yetiştiremedik. Hastane biraz uzak olunca ve trafik olunca elimizde kaldı kakalı bez. Yakın bir hastanede tahlili yapıp doktora mail atacağız. Bakalım ne olacak. 
      Doktorumuz çok ilgili, dikkatli ve temkinli bir doktor. Hani öyle rahat, herşeye normal diyen biri değil. Buna rağmen geçen gidişimizdeki sonuçlarına bakıp muayene ettikten sonra gündüzleri herhangi bir sorunu yoksa, psikolojik anlamda da bir değişiklik(anneden ayrılma, yeni kardeş, taşınma vs) söz konusu değilse gece uykusuzluğunun normal olduğunu söyledi. Gudu yaşındaki çocukların gece en az üç defa uyanmaları normalmiş. Öncesinde güzel uyurken de birdenbire bozulması da normalmiş eğer bir rahatsızlığı varsa gündüz de illa ki farkedilirmiş. Hepsi mantıklı. Ama biz hala uykusuzuz.:((
      Ha bi de gece terörü demiştim di mi? Doktor bey bunun için yaşının küçük olduğunu söyledi. Sanki bıyıkaltından güldü de😃 
       Of neyse yavru iyi olsun da uyumasın ne yapalım. 
       Sevgiler. 

22 Ekim 2014 Çarşamba

Uyku, Uyku, Uyku

     Gudu uyumuyor.
     Ne oldu bu çocuğa bilmiyorum ki. Günler oldu, hatta nerdeyse bir ay olacak. Sanki birden 1,5 yıl öncesine, Gudu 'nun yeni doğduğu günlere döndük. Geceleri mışıl mışıl uyuyan çocuk gece uykusuna yatıyor ya bir saat sonra tekrar uyanıyor. Sonra da her saat başı. Ağlıyor, huysuzlanıyor, oturuyor, kalkıyor. :((
     Doktora günler önce gittik. Tahliller, testler yapıldı, edildi. Sonuç: bişeyi yok, vitamin şurubuyla eve döndük. Çok şükür tabi. 
      Ama bebeğim hala uykusuz, ben de ve eşim de. :((
      Bu süreçte neler yaptık, neler.. 
    Yatış yönünü değiştirdik, geceliğini değiştirdik, iki gece yatağını değiştirdik, korkuyor mu acaba diye yattığı yere Kuran'ı Kerim koyduk, cevşeni zaten vardı, ama bir de korku için dualar okuyup üfledik. Acıkıyor mu diye yemeğini geç yedirdik, yediği rahatsız mı ediyor diye erken yedirmeyi de denedik. Geç yatırdık, erken yatırdık, sıkılıyor mu, yoruluyor mu, canı mı acıyor diye diye bi ayı geçirdik. Hatta iki gece belki uyur da biz de biraz dinleniriz diye Calpol içirdik. Bana mısın demedi
     Sonuç hala yok. Hala gecede en az beş defa uyanıp ağlıyor, hemen dalmıyor öyle, ayağa kalkıyor ya da oturuyor. Bazen yatağımıza geliyor, dalıyorum, bi uyanıyorum totosu yüzümün üstünde, bazen de babasını tekmeliyor. 
    Madem görünür bir sağlık sorunu yok deneme yanılma ve gözlem yoluyla buluruz dedik ama bulamadık. 
      Bu arada tecrübelilere danıştık bolca, internette araştırdık, kafa patlattık. 
    Nihayet ben dün bir teşhis koydum. Daha önceki teşhislerimden sonra eşimin tepkisi 'yine icat çıkarma' oldu. Ama ben bu sefer neredeyse eminim. Sanırım Gudu mun bağırsaklarında parazit var.                Görünürde bişey yok ama bütün belirtiler onu gösteriyor. Benim annelik içgüdüm de öyle diyor. 
      Bakalım yarın doktora gideceğiz 18 ay aşısı için, artık belli olur. Eğer o değilse de başka teşhisim yok. Gece terörüdür deyip kendi kendine geçmesini bekleyeceğiz. 
      Inşallah en kısa zamanda yavrum iyi olur. Biz de ailecek eski uyku düzenimize geri döneriz. 

21 Ekim 2014 Salı

Bebekle Yolculuk part2

    Öncelikle yazıma daha anne olmamışken, yaptığım yolculuklarda, benimle aynı otobüse, uçağa çocuğuyla binen tüm annelerden gıyabında özür dileyerek başlıyorum; çok pişmanım, huzursuzlanan, ağlayan, gürültü yapan, yanıma oturmuşsanız ayakkabılarının altını üzerime koyan, arka koltukta oturuyorsanız koltuğumu tekmeleyen yavrularınızdan dolayı sinirlendiğim ve sizi de içten içe rahatlıkla suçladığım için. 
     Sanırım ben de çocuk sahibi olmaya karar vermeden önce çocuklardan hoşlanmayan o sevimsiz güruhtaydım. :((
      İnsan çocuğu olmadan önce, çocuk yetiştirme konusunda amma eleştirmen takılıyor. Çocuklarda yanlış bir davranış görmesin, hemen cıkcıklamaya başlıyor. Aa, bak hele nasıl yetiştirmişler! Hiç terbiye vermemişler bu çocuğa! Çok şımartmışlar çok! Çocuğuna sahip çıkamıyor, ne biçim anne, ıyy! 
      (Lafı geçmişken bunları çok bilmişlikten söyleyenler de var ama konumuz onlar değil) 
:)) bunları ben de içimden geçirmişimdir zaman zaman. ( yine insan çocuk sahibi olmadan önce kendini mükemmel ebeveyn adayı olarak görüyor. Ayrıca kendine bayılmasından mütevellit çocuğunun da ekstra akıllı, ekstra uslu, ekstra güzel, şeker mi şeker bir çocuk olacağından hiç mi hiç şüphe duymuyor. ) 
     Öyle olmuyor ama. Zamanı gelince orda burda yere oturmuş, inatla kalkmayan, istediği oyuncak alınmadığı için çığlık çığlığa ağlayan, markette çikolata için ortalığı birbirine katan çocuklardan birinin annesi de siz oluveriyorsunuz. Ohh ne güzel! 
   (yer yer sizinle karşılaştığımda evet sizin hatanız sonucu bu çocuk böyle davranıyor diye düşünmüştüm ya, sizden de özür diliyorum çok değerli ablalarım) 
     Velhasıl dostlarım, mükemmel anne, mükemmel çocuk, mükemmel çocuk yetiştirme yoktur. Önce bu konuda netleşelim. Evet bilinçli davranma, sevgiyle ve sükunetle yaklaşma, disiplin sağlama, anne babanın organizesi yani kısaca iyi yetiştirme için çaba gösterme vardır. Ama çocuğun kişiliği, genetik unsurlar, dede-nine, teyze-hala, dayı-amca gibi çevresel faktörler ve iki yaş sendromu da vardır. Yani demek ki ne oluyormuş? Biz mükemmel, dört dörtlük olmadığımız gibi çocuklarımızda öyle olmuyormuş, tıpkı anne babamızın mükemmel olmadığı gibi. 
     He ne demiştik. Uçağa, otobüse mi bindiniz? Çocuğunuz durmuyor mu? Kasmayalım sevgili anneler! ne kendimiz sinirlenelim, ne çocuğumuzu harap edelim. Onu öpelim, konuşalım, dikkatini dağıtalım. Ama çocuğumuzun 'çocuk' olduğunu kabul edelim. Ağlıyorsa ağlıyordur. Ne yapalım yani, keselim mi kendimizi alla alla.  Ağlıyorsa gerilmeyelim, gerilip onun daha çok ağlamasına mahal vermeyelim, kendimizi rezil olmuş hissetmeyelim, onunla inatlaşmayalım. 
      Bakın ben özeleştirimi yaptım, biri bize rahatsızlık duyduğunu belirten bi bakış mı attı? Biz de ona çocuğun olunca görürsün bakışı atalım. Ikoncan teyze, cık cık bir çocuğu susturamıyor mu dedi duyacağımız şekilde, onu sallamayalım, gülüp geçelim. Beyaz yakalı tabir edilen ama artist tipli biri yanınızda oturmuşsa ve çocuğunuz ağladıkça oflayıp pufluyorsa, onu da sallamayalım, ya da ağzına kürekle vursak mı, bilemedim şimdi. 
       Hadi selametle. 


Not: Gudu şimdiye kadar yaptığımız bütün yolculuklarda, genelde uyumuş, uyanık olduğu zamanlarda da neşeli bir şekilde ya oyuncağıyla oynamış, ya da tıkınmıştır. Yazdıklarım gayette bizi anlatıyor olabilirdi tabi. Ya da bir gün olacaktır belki. Ama bunlar benim genel gözlemlerim ve genel düşüncelerimdir. Gercek olaylardan esinlenilmiştir. Her hakkı saklıdır. Yayın ve yapımda emeği geçe... Tamam tamam gidiyom. 

20 Ekim 2014 Pazartesi

Bebekle Seyahat


    Herhalde bebeğimi büyütürken beni en zorlayan şeydir yolculuk yapmak. Zaten yolculuk normalde de benim için stres kaynağıdır. Hep ya bişeyi unutursam, ya evde bir şeyi açık bırakırsam, ya geç kalırsam, yetişemezsem diye kendimi yer dururum. Bi de uçuş fobim var ki, o da üstüne bal kaymak oluyor.
    Ki defalarca bişey unutmuşluğum, uçak kaçırmışlığım, havaalanında tam uçağa giderken kimliğimi kaybettiğimi farketmişliğim var. Bir de dehşet derecesinde panik eşimi ekleyin üstüne. Offf, ben çok yaşamam bu gidişle.
  Günlük hayatta eğer dışardaysam ve üzerimde sadece telefonum varsa yeterli. Kendimi rahat hissetmeyi öğrendim. Kendime telkin ede ede. Ama Gudu söz konusu olunca yine stres yapıyorum. 
Şehir içinde bir yere giderken bile, her seferinde bişeyi yanıma almayı unutuyorum. Her seferinde ama. Belki de arayıp arayıp eksik bişey uyduruyorum.
   Bu Gudu' nun battaniyesi olur, suluğu olur, yedek çorabı ve ya atıştırmalık bişeyi olur, hiç farketmez. Şöyle bi aklımda tarıyorum ve eksiği buluyorum. Bingo! Iyi halt ediyorum. 
Heryere arabayla gittiğimizi düşünürsek yokluğu sorun olmayacak ve ihtiyaç halinde bi yerden rahatlıkla alınacak şeyler. Ama işte gel de anlat. 
   Yakında bir uçak yolculuğumuz var. Ve ben yine stres yapmaya başladım. Tam donanımlı bir şekilde gitmemiz lazım ki ben hem uçakta kalbim güp güp atarken bir de bunları kafama takmayayım. 
    Bu kadar korkup yine uçak yolculuğu tercih etmemin nedeni mi? Başka seçeneğim yok. Ailelerimiz bizden çok uzaktalar:(( 
   Ayrıca düşündüm de, bebekle yolculuk konusunda annelere çok değerli tavsiyeler verebilirim. Öhmm!!!

19 Ekim 2014 Pazar

Sen İnsansın

     Sosyal medya kullanmaya başlamamla, insanlardan hazzetmemeye başlamam aynı zamana denk geliyor. Hatta insanlar neden bu kadar kötü, dünya ne kadar salak bi yer, hayat çok acımasız gibi ergen triplerine giriyorum bazı bazı. 
     Dünyanın en iyi, en tatlı, en masum cümlesini yazsan bi sosyal mecraya, illa muhalif olan çıkıyor. Arkadaş hepimiz insanız, neden bir ortak paydamız yok. Bütün iyi duygular hepimiz için değil mi? Göreceli olamayacak kadar net iyi ve kötü yok mu bu hayatta? Neden hemfikir olamıyoruz? 
     Savaşın sürdüğü bir bölgede (neresi olduğu farketmemeli di mi?) toz toprak, kan ve acı içinde bir çocuğun resmi var. Hani bakınca insanın içi ezim ezim eziliyor, boğazı düğümleniyor. Gelen yorumlara bakınca o üzüntüm öfkeye dönüşüyor. Yuhh! Diyorum. Siz insan mısınız? 
    O savaş olan ülkenin yöneticilerinin yanlış yönetmesi yüzünden bu durumu haklı bulanlar, diğer ülkelerin halklarının hiç umrunda değilken benim ve benim gibi düşünenlerin umrunda olmasının altında bi anlam arayanlar, savaştan bizim ülkemizin dolaylı olarak gördüğü zarardan dolayı o çocuğa kızgın olanlar bile var. Daha neler var neler. Küfür ve hakaretler, bir canlının düşünemeyeceği ve dile getiremeyeceği kadar alçakça sözler...
   Hele acımasızca yorum yapanların bazılarının anne olduğunu görüyorum ya, kolum kanadım kırılıyor, enerjim tükeniyor. 
      Çocuk diyorum ya. Korkuyor diyorum, yüzü kanıyor, ağlıyor diyorum. Bu yeterli değil 
mi? Banane şundan, bundan, yaşadığı ülkeden, hatta anasından, babasından, mensup olduğu dinden, mezhepten! Çocuk diyorum çocuk. Hani sizin o hasta olunca hastanede doktoru dövdüğünüz, bi milyon oyuncak aldığınız, doğum gününe, sünnetine okuluna deli paralar harcadığınız sizin çocuklarınız gibi. 
     (O masum yavrularınızı da kendi gerçeklerinizle büyüteceksiniz ya. Yazık onlara.)
Sizi hiç sevmiyorum benciller, gamsızlar, hissizler, cahiller. Kalbiniz eğer ki bir gün yumuşarsa, yaşayacağınız vicdan azabınızdan korkun. Aynı kalple yaşamaya devam edecekseniz de Allah'ın gazabından korkun. 
    Off of! Ne diyeyim ki ben. Neyse ki Allah'ın adaleti var. Neyse ki hesap günü var. Neyse ki! 

18 Ekim 2014 Cumartesi

Gudu' ya Mektup

      Sevgili Guducum
      Hiç bahsetmiyorum bu ara senden. Öncelikle seni çok seviyorum. Bunu bil. Ama bazen beni öyle yoruyorsun ki. Üç gün sonra tam 18 aylık olacaksın ama sanırım sen iki yaş sendromuna girdin. Herşeyde ısrar kıyamet. Hep bi agresif, bi huzursuz. Evet, evet bu iki yaş sendromudur kesin. Değilse yapma dediğim şeyleri yapınca aldığın zevkin bi açıklaması olmalı. 
    Yere oturma dediğimde gidip bir de sırtını duvara dayayıp sırıtarak oturman, masanın örtüsünü çekme deyince, komple tutup yere indirmen. Bunları yaparken bu kadar eğlenmen, kahkahalar atman. Senin annene garezin mi var yavrum? 
     Sana kızmıyorum. Ama bazen sesimin desibeli yükseliyor tabi. O esnada da gözlerindeki anlam değişiyor, hemen farkediyorum. Bazen alt dudağın kıvrılıyor. Kıvrık kalıyor bi süre ama ağlamıyorsun, benim gönlünü almamı bekliyorsun. Ah sen ne fenasın Gudu. 
      Bu aralar telefona ve bilgisayara sardın. Hep telefonda resimleri ve videoları izlemek istiyorsun. Ki yüzde doksanı sana ait. Parmağınla videoları ekrandan kaydırıyor, kaydırıyor, babanla çektiğin videolar çıkınca sırıtarak onları izliyorsun. Babanı işteyken çok özlüyosun biliyorum, ama telefonla bu kadar haşır neşir olmanı istemiyorum. Evet, oyun oynamıyorsun, ki telefonlarımızda ya da bilgisayarımızda bir tane bile oyun yok zaten. Ama sonrası korkutuyor beni. Teknolojik aletlerin körpe benliğini ele geçirmesine izin vermeyeceğim oğlum. (Cümleye bak, yine mürebbiyeye bağladım)
     Inşallah seni hakkıyla yetiştirebilirim. İnşallah sağlıklı, akıllı, faydalı, inançlı, vicdan ve merhamet sahibi, sağduyulu, cesur, cömert ve özgüveni yüksek bir insan olursun. Hata yapacaksın elbette, hiç korkma hata yapmaktan. Ama yeter ki telafi etmesini ve özür dilemesini bil. Annen seni öyle çok, öyle çok seviyor ki, tahmin edemezsin bile. 
İmza: ağlak annen. 

11 Ekim 2014 Cumartesi

Incir ağaçları

                                                         
    Evet, incir ağaçlarını çok seviyorum. Bana hep sükuneti, yalnızlığı ama huzuru hatırlatır. Farkediyorum ki, İstanbul' da çok incir ağacı var. Yollardan geçerken onları izliyorum. Hep aklıma Necip Fazıl geliyor.
     Necip Fazıl' ı çok severim. Şiirleri zatıen baştacı. Ama ben onun karakterini, yaşantısını da severim. Hayatında doğru yola ulaşmış ve bu yol üzerindeyken yaşamını yitirmiş şanslı bir insan aynı zaman da. Ben hep müslümanlığı sonradan keşfedenlerin (müslümanlığı keşfetmek için illa gayrimüslim olmak gerekmiyor tabi.) dini daha güzel, daha içten, o veya bu tarafa çekmeden, tam da olduğu gibi yaşadığına inanırım. Hatta genelleme bile yapabilirim. Nedenini ise tam bilemiyorum. Belki geç bulunup, kıymet verilmesi söz konusudur. 
     Bir Adam Yaratmak. Necip Fazıl' ın tiyatro eseri. Lisede okumuştum. O kadar etkilenmiştim ki. Belki de incir ağaçlarını sevmeye başlamam o zamana denk gelmiştir. Keşke birgün sahnede izleme şansım da olsa. Ama denk gelmedim hiç. 
Madem Necip Fazıl dedim, kapanışı da onun dizeleriyle yapayım. En sevdiğim şiirinin son dizeleri:
Mehmedim sevinin başlar yüksekte
Ölsek de sevinin eve dönsek de 
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte 
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir
Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir 




13 Eylül 2014 Cumartesi

Baykuş Hikayesi

    Şu son bir kaç sezondur baykuş ne kadar revaçta di mi? Bir baykuş, iki kurukafa. Kurukafadan hiç hazmetmem. Ürkütücü olmasından ziyade sevimsiz, hiç bir zerafeti yok. Baykuş ise öyle şirin şekilde tasarlanıyor ki, eskiden sevmeyenler bile kullanıyorlar baykuşlu ürünleri. 
    Misal ben. 

    Peki ben niye sevmezdim? 
   Hep bu çokbilmişler yüzünden. Tarih boyunca çokbilmişler hep vardı.  Ve bunlar baykuşun uğursuz olduğuna karar vermişler ve öyle sürmüş gelmiş bu zamana kadar.  Niye, ne olmuş da vermişler? Hiç. Bununla ilgili bir kaç mistik hikaye duydum ama mantıklı bi açıklaması yok. Uğurun, uğursuzluğun ne mantığı olacaksa. Laf işte benimkisi de. Hayır, zavallı hayvandan ne istiyosunuz? 
   Sayenizde ben de küçükken baykuşları uğursuz hayvanlar olarak bilirdim. Hatta çocuk aklımla nerden duymuşsam baykuşla gözgöze gelenin ölümünün yakın olduğunu öğrenmiştim. Ne kadar feci. 
     Durum böyleyken benim baykuşlarla yüzyüze iki tane karşılaşmam var. 
     Ilki tam da böyle ne duysam inanacağım yaşta yani seneler, seneler öncesine ait.
    Ortaokulda sınıfça gidilen bir piknikteydik. Ben ve en yakın arkadaşım Deniz ( hala da öyle) keşfe çıkmış ve piknik alanından az biraz ötede dalları kırmızı kırmızı vişnelerle dolu bir ağaca rastlamıştık. Söylemeye gerek yok dadanmıştık tabi ki. Hatta diğer arkadaşlarımıza haber verip hep beraber ağacı talan etmiştik. ( aslında iyi çocuklardık biz, göz hakkı falan filan bir yere kadar, Allah affetsin ne diyeyim) sonra akşama doğru farkettik ki Deniz çok sevdiği saatini düşürmüş. Aramaya başladık. 
     Saati bulduk bulmasına da sevinmemize kalmadan bir ses; ikimiz birden dönüp baktık ve daldaki sevgili baykuşla gözgöze geldik. Allahım, bitmiştik biz. Al işte, sahibinden habersiz yediğimiz vişnelerin cezasını böyle genç yaşımızda ölerek çekecektik.( dedim ya iyi çocuklardık) 
    Hemen panikle olay mahallinden kaçtık. Pikniğin geri kalanında da tedirgin tedirgin oturduk. Hatta sonrasında da uzun bir zaman ya ölürsek diye korktuk. Çocukluk işte. 
    İkinci baykuş ile de birkaç yıl öncesinde eşimle ve arkadaşlarımızla birlikte yaptığımız Karadeniz gezisinde karşılaştım.Yavru bir baykuştu, ağaçtan düşmüş, yerde öylece yatıyordu. Yanımıza aldık. Ilk karşılaşmamızla arasından nerdeyse yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen yine az biraz tedirgin oldum, bilinçaltı diye bir gerçek var anacım. Ama ben gözgöze gelmekten kaçtıkça baykuşcuk boynunu çevire çevire gözlerini dikti durdu  gözlerime. Zaten öyle minik, öyle tatlı, öyle savunmasızdı ki karşı koyamadım. Bakıştık durduk. Biz şehirden o gece ayrılacağımız için bir arkadaşımızın orada yaşayan arkadaşına bıraktık. İnşallah iyi olmuştur baykuşcuk. 
     Iste böyle. 
   Bu anlattıklarımdan sonra bi daha bir baykuş ile karşılaşırsak ona tavrım daha sıcak olacaktır. Hayvanlarla kurduğum mesafeli ilişkiye rağmen belki onu okşayabilirim bile. 
    Yaratılanı, yaratandan ötürü sevmek gerekir di mi? Suizanda bulunmadan, merhametle. 
    Mesela bu çokbilmişlerden bazısı da incir ağacını uğursuz saymış. En çok da sevdiğim ağaçtır incir ağacı. Incir kadar kudretli bir meyve veren ağaç nasıl uğursuz olur? Onlara Kuran'ı Kerim de Tin (incir) Suresi nin varlığını hatırlatırım. Şöyle ki; 
      Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
      1- Andolsun o incire, o zeytine,
      2- Sinin (Sina) dağına 
      3- ve bu güvenli beldeye ki, 
      4- Biz insanı en güzel biçimde yarattık. 
      5- Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına kaktık. 
      6- Ancak iman edip yararlı işler yapan kimseler başka; onlar için kesilmez bir mükafat vardır.
      7- O halde artık sana dini ne yalanlatabilir?
      8- Allah hakimlerin hakimi değil mi?



Not: Incir ağacı dedim de aklıma geldi: Necip Fazıl ne büyük adamsın. Mekanın cennet olsun. ( devamı sonraki yazıda) 

2 Eylül 2014 Salı

Evlat Kokusu


    Hayatım boyunca hep kokulara karşı hassastım 
    Daha küçük bir çocukken evimizin sokağına dökülen kum yığınına yağmur yapınca beni o kumdan kimse çıkaramamıştı günlerce. Ne güzel kokuyordu. Mis. Sonra sokağımızın ileri gelenleri bende demir eksikliği olduğuna hükmettiler. Ben kumu yemiyodum ki, kokluyodum sadece. Bilmiyom ki sonra ne oldu.
    Sonra bi de annemin deterjan dolabı vardı ben küçükken. Şimdiki gibi deterjan dolaplarında milyon tane farklı temizleyici olmazdı. Hasır torbası içinde kalıp kalıp yeşil sabun ve içinden hediye bileklikler çıkan çamaşır deterjanı kutusu olurdu. O kadar. Yeşil sabunları koklamak için sık sık o dolaba girer otururdum orada. :)) sürükleyerek çıkarırlardı. Çok güzel kokuyordu ama. 
    Hala da yeşil sabun kokusuna hastayım. Hatta hamileliğimde yeşil sabuna feci şekilde aşerdim. Hatta ve hatta bir gün gizli gizli köpürtüp köpüğünden yedim. Ama tadı kokusu gibi güzel değildi. Neyse ki. 
    Sonra ben büyüdüm. Yeni şehirler gördüm.( her şehrin bi kokusu vardır bence.) yeni yemekler tattım. Çeşit çeşit parfümlere, kremlere, ıvıra zıvıra sahip oldum. Hep kokularına baktım da aldım. Kokusu güzel olan şey güzeldi benim gözümde. 
    Sonra bir sevgilim oldu. Onu kokusundan bağımsız çok sevdim. Bi süre sonra baktım ki zaten çok güzel kokuyormuş. Sahi aşk böyle bişey miydi?  Sevdiğin için öyle görmek. Ve ya öyle istediğin için hayatın karşına çıkarmış olması. Şirin bir denklem bu! 
    Yıllarca onun güzel kokusuyla mutlu mesut yaşadım. Hemen hemen bütün dallarda olduğu gibi, en güzel kokma dalında da birinciliği aldı. (Ne demiştik, aşktan di mi) Burnumu boynuna dayadığımda güvenli, huzurlu ve bana ait bir bahçeye gittim hep. 
    Sonra bizim oğlumuz doğdu. Işte kokunun ne demek olduğunu, insanı nasıl büyülediğini, insanın ruhuna nasıl hükmettiğini, nasıl içinde kaybolunduğunu o zaman anladım. Öyle güzel, öyle güzel kokuyordu ki oğlum birinciliği hemen kaptı. Kalbimin, aklımın, bütün hayatımın birincisiydi o artık. 
    Bahsettiğim öyle bir koku ki; görecelilik kavramının tepetaklak ediyor. Adına evlat kokusu diyorlar. Allah tarafından bahşediliyor. Sevmemek mümkün değil. Ki, sevgili peygamberimiz 'evlat kokusu, cennet kokusudur' demiş. Bundan ötesi var mı? 
    Bu yazıyı okuyan ben olsaydım ilk birincinin son durumunu merak ederdim. :))
Kocam hiç itirazsız tahtını oğluna bırakıp sessizce ikinciliği kabul etti oturdu. 
   Bazen şeytan dürtüyor. Onun da kalbindeki birincinin artık ben olmadığımı düşünüp huzursuz oluyorum. Ona o kadar aşığım ki, benden çok seviyor olduğu kişi oğlumuz bile olsa rahatsız oluyorum. Tuhaf bir ruh hali bu, düşününce rahatsızlık veren. Neyse, bu konuyu kapatıyorum. Herkese kokulu günler!!! 

1 Eylül 2014 Pazartesi

Bir blogger klasiği: blogunu ara ara boşlamak

        Ne olmuş buralara böyle.! Heryeri toz kaplamış. Nasıl bi hayat telaşesiyse benimki, aylar olmuş buraya uğramayalı. Çok özlemişim. O zaman bışlıyorum. ❤️❤️

13 Mart 2014 Perşembe

Millicano

     Çoktandır merak ediyordum. Görür görmez hemen aldım. Çoktandır diyorum da yeni çıkan bir ürün zaten. Ama ben "her yeni çıkan şeyi hemen almazsa ölecek" hastasıyım. Ve söz konusu yeni şey yenecek içilecek bir şeyse beni kimse tutamaz.
      Piyasadaki en iyi hazır kahve markası bu bence. İçimi yumuşak bir kahve. Bu Millicano da fena değil. Tadı iyi.
                               


      Fekat ben şimdi içerken ne farkettim? :Türk kahvesinin yerini hiç bir şey tutamaz. Nokta. Hiç bir kahve Eminönü'nden alınmış mis kokulu Mehmet Efendi kahvesinin eline su dökemez. ( mis kokan Mehmet Efendi değil yanlış anlaşılma olmasın ehheh! )
     Yalnız Türk kahvesinin de bir sıkıntısı var benim için. Yalnız içilmiyor meret:) ben tek başıma Türk kahvesi içemiyorum. İlla iki fincan olacak. Yanında bir arkadaş, bir sohbet olacak. Belki bir sigara tüttürülecek. Kuru kuru  hiç keyif vermiyor.
     Belki kahve kenarına bir minik lokum, bir badem şekeri konulmasının nedeni de budur. Türk kahvesi bir ritüeldir ve aslına uygun içilmelidir. Zaten baktığımda  hazır kahvelerin popüler olmasıyla bizim yalnızlaşmamız, yabancılaşmamız paralel bir şekilde ilerlemiş.
       Millicanodan girip sosyal tespitten çıktım ya, ben kendime ne diyeyim asıl.
       Neyse, afiyetler efenim. 

8 Mart 2014 Cumartesi

Kadınlar Günü

      Bugün kadınlar günü. Ya da bazılarının deyimiyle "Dünya Emekçi Kadınlar Günü". İsimde bile bir dayatma var. 'Emekçiysen bu gün senin günün. Sen emek verirsen belki seni sayabiliriz.' dermiş gibi . Onu bırak sanki emekçi olmayan, emek vermeyen kadın varmış gibi. Varsa da ben rastlamadım hiç. Şu âhir ömrümde tanıdığım bütün kadınlar alabildiğine emek veriyor hatta paralıyor kendini. Buna ben de dahilim. 
    Ne tuhaf! Kutlamalar, mesajlar, çiçekler bir yanda. Bir yanda kadına yönelik şiddetin son bulmasına dair sosyal mesajlar. Tuhaf, çünkü tam 157 yıl önce kadınlara "ne kadar da mutlusunuz, e kutlamaları, hediyeleri, özel günleri falan da seviyorsunuz, hadi mutluluğunuza mutluluk katalım, bu gün sizin gününüz olsun, her yıl kutlayalım" dediler sanki 8 Mart için. 
    O gün onlarca kadın yanarak öldü. Geçen onca yıldan sonra hala o onlarca kadının ölüm yıldönümü olan bu günde "kadınlar şiddet görmesin, tecavüze uğramasın, ölmesin" temennilerinde bulunulması ne kadar trajik bir paradoks. 
        Kutlamayın kadınlar günü falan. 8 Mart'ta sizin olsun. 

Düşmeden Önce (anneni) Düşün Gudu!

     Bu yavrucuklar yürümeye başlayınca neden hep düşer ki. Guduyla başım bu ara dertte. Hep düşüyor, her düştüğünde kafasını yere çarpıyor, ne kadar dikkat edersem edeyim o kafa çarpıyor yere. Ne yapsak olmuyor. Bir de nasıl beceriyorsa, halının üstündeyse bile, kafa yere değecek pozisyonda düşüyor, ya da halıyla dolap arasındaki bir karış açıklığa denk geliyor kafası. Artık gerçek üstü çözümler buluyoruz babasıyla. O komple yorgandan yapılma yumuşacık bir oda düşlüyor. Ben Gudu için kafamda, astronotlarınki gibi puf puf, şöyle kasklı falan bir kostüm tasarlıyorum. O şartlarda yavru nasıl yürüyecek, o ayrı bir konu tabi. Hatta geçen gün uzayda yaşasak hiç düşme problemimiz olmazdı diye hayıflandık. 
       Ah oğlum! Çok üzülüyorum. 
   Bu annelik ne zormuş, böyle basit bir düşmede bu kadar üzülüyorum ya, başka anneleri düşünüyorum, yavruları hasta olanları, yavrularından uzak düşenleri, yavrularına yedirecek yemek bulamayanları, en acısı yavrularını kaybedenleri, savaşla, yoklukla, mutsuzlukla, acıyla, çaresizlikle yaşamak zorunda olup, hem de anne olanları. Kimbilir nasıl zordur. 
     Esasında insan olmak zor, yaşamak zor da, bir de o kutsal sorumluluk, o hastalıklı sevgi, o deli cesareti, o sonsuz merhametle, o nedenli nedensiz vicdan azabıyla, yani evlatla, evlatlarla yaşamak daha zor. 
      Allahım kimseyi çaresiz bırakmasın, kimseyi evladıyla sınamasın. 

28 Şubat 2014 Cuma

Rüyalarda Buluşuruz

    Bir kaç gündür gerginim. Çabuk sinirleniyor, sağa sola sarıyorum. Gudu' nun ayaklanmaya başlaması, eşimin işlerinin bu ara yoğun olması, bu nedenle akşam geç ve yorgun gelmesi, yirmi gün yanımda kalan anneciğimin gitmesi... Hepsi aynı döneme denk geldi ve ben dinlenemiyorum. Gergin olmamın nedeni de bu biliyorum. 
      Bu sabah öyle keyifli bir rüya gördüm ki; Bakırköy' de bir tane The Marmara Oteli açılmışmış, biz de ailece kral suitindeymişiz. Kocaman bir yatakta oğlumla gerine gerine çizgi film izliyorduk. (Sakin sakin oturuyordu o da!!?) Sonra eşim odaya geldi, ben de lobiye indim, limonlu sorbe yemeye. Öyle mutluydum ki! rüyamda dinlendiğimi görmek bile nasıl güzel bir histi. Yemek, temizlik vs. Hiçbir sorumluluk yok. 
      Belki rüyam biraz daha devam etseydi, gerçekten de dinlenmiş hissedecektim. Ama baba oğul her zamanki gibi beni uyandırdılar. Uyanınca ağlamaklı oldum, çünkü daha limonlu sorbenin tadına bile bakmamıştım. 
     Hiç yemedim. Nasıl bir şey olduğunu da bilmiyorum. Nerden bilinçaltıma geldi yerleşti bilmem. Zaten izin de vermediler yememe. Gel de gergin olma şimdi rüyada bile rahat yok. 
  Gerçi canım kocam boynumun bükülmesine dayanamadı, en güzelini bulacağına, beraber yiyeceğimize söz verdi. İnternetten baktık. Meybuz, ya da Adanalıların bicibicisi gibi bir şey. Bakalım bakalım. 
        Ama rüyam çok güzeldi ya:((

27 Şubat 2014 Perşembe

Gudu Yürüyor

        Oğlum yürüyor. İlk adımlarını yaklaşık iki ay önce daha dokuz ayı bitmeden atmıştı zaten. (Ben de sekiz aylıkken yürümüşüm) İlk yürüdüğü günü hiç unutmam. Bir anda ayakta durdu ve beş adım attı. Ben şoklarda.. hem ağlıyorum hem telefonda eşime anlatıyorum. Arada da yavruyu korkutacak bir sevinçle 'sen yürümeye mi başladın, büyüdün mü sen' diye bağırıyorum. :))
         Şimdi oğlum kendi kendine bütün evi dolaşıyor. Maşallah, şükürler olsun.
         Ama çok yoruluyorum ya.
     Herşeyi inceliyor. Kapıyla oynuyor, açıyor kapatıyor, açıyor kapatıyor, sonra gözü kalorifer peteğine çarpıyor, ona bir süre ellerini vurduktan sonra mutfaktaki damacanayı farkediyor, onu sürükleme çabaları boşa çıkınca perdeyi çekiştirmeye başlıyor, ordan sehpaya, ordan çekmeceye, ordan lavaboya. Allahım, bütün gün bu şirin yer cücesinin arkasında ordan oraya gidiyorum. 
        Kendince dünyayı keşfediyor, bu yüzden olabildiğince müdahale etmemeye çalışıyorum. Hayır kelimesinin anlamını biliyor artık. Hayır dediğimde hemen duruyor ne yapıyorsa, ama bu sefer ben onu kısıtlamış gibi hissediyorum. Ona haksızlık yapıyormuşum gibime geliyor. 
   Acaba minik oğlum çöp kutusuna dokunmaması gerektiğini, televizyonun kablosunu çekiştirmemesi gerektiğini, telefonumu dan diye yere fırlatmaması gerektiğini falan ne zaman öğrenecek? Belki o zaman biraz rahat ederim. 






22 Şubat 2014 Cumartesi


                          


      Eşimin tatil günü benim tatil günüm oluyor. Sabah veriyorum Guduyu kucağına, hadi yallah salona. Ben de biraz daha uyuyorum. Bu bir kaç saat uyku öyle iyi geliyor ki, bir kaç gün daha mutlu geziyorum.
         Bu sabah da eşim işe gitmedi. Guduyla kırk gürültüden sonra nihayet salona gittiler. Bu ev halkı hala huyumu çözemedi. Ben bir kere uyandım mı uyumam çok zor, anlayın artık. 
      Tam hafiften dalmıştım ki baba oğul tekrar damladı. Eniştem şehir dışında diye iki gecedir bizimle kalan ablamın bir iki saatlik bir işi varmış, halletmek için hep beraber dışarı çıkmaya karar vermişler, onu haber veriyorlar. Ben de uyurmuşum o sırada. Poff! Başa sardık gene. Uyu demek için uyandırıyorlar. 
         Pardon da beni neden yine uyandırdınız, hadi uyandırdınız, beni niye plana dahil etmiyorsunuz, hadi beni götürmüyosunuz oğlumu nereye götürüyosunuz? Biraz trip yaptım ama sallamadılar.
         Gudu doğduğundan beri evde o kadar tıkıldım kaldım ki, biri bakkala gitse kuyruk olasım var. 
       Gittiler. Uyudum mu? Uyumadım tabi. Uyku perim kaçtı bi kere. Kalktım. Önce bir bardak su içtim. Yüzümü bile yıkamadan saçımı bile toplamadan bir eti cin yedikten sonra Gudu görüp istemesin diye zulaladığım çakıl çikolataları, hariboları ve bilgisayarı da alıp geri yatağa yattım. Ay nasıl mutluyum ya.
         Önce hayıflandım, trip yapmasaydım keşke, biraz daha geç gelirlerdi böylece.  Sonra dedim yok yok geldiklerinde de surat asayım ki kahvaltıyı hazırlamak zorunda hissetsinler. Ehheh! Kıvrak zekamla bir kez daha gurur duydum. 
        Her sabahı aynı yaşamaktan ne çok bıkmışım. Hep aynı, yüzünü yıkama, nemlendirme, özenle kahvaltı hazırlama, Gudunun kahvaltısına ayrı özenme, yok kahvaltısına ceviz ezeyim, yok önce pekmez içireyim, yeşillikleri sirkede bekleteyim, eşimin kıyafetini ayarlayayım, onu uğurlayayım, masayı toplayayım,  yok bilmem ne! Neyim ben? başöğretmen mi, mürebbiye mi, arap kalfa mı? 
          Off, isyanım geldi.!
     Bu ara jelibonlardan çok bahseder oldum. Ama bu sabahki bir kaç saatlik özgürlüğümün başrolünde onlar vardı. Arada böyle yapmak lazım ya, böyle salmak, kendi düzeninin dibine vurmak, anneyim ben, nasılsa mecburen geri çıkacağım. 

20 Şubat 2014 Perşembe



Aradaki benzerliği yazdıktan sonra ( sanki yeni bir anakara keşfettim) resimleri ancak günler sonra yükleyebildim. Evde ne yazık ki, normal bir bilgisayar yok, şöyle faresi, klavyesi olan. Tablet var. Onda da herşeyler yapılabiliyor ancak öğrenmek zaman alıyor. Öğreneceğiz bakalım.

18 Şubat 2014 Salı

Candy Crush, hadi naş naş


      Pek bir meşhur, hep duyuyorum sağdan soldan, ismi de çok cici geliyor, ondan bundan gelen oyun davetleri falan derken oyunu telefonuma indirdim. Aman Allahım! Başbelası bu oyun. İllet birşey. 
       İki gün oynadım. Sonra bi de baktım ki ooo hayatım şeker patlatmadan ibaret olmuş. Gündüzüm oyun oynama, bu arada oğlumu ihmal mi ediyorum acaba diye vicdan azabı çekme ama yine de can kazanmak için zamanın geçmesini bekleme, gecem ise gözümün önünden geçen şekerleri bertaraf edip uykuya geçmeye çalışmakla geçiyor. Ikinci günün gecesi vicdan azabım tavan yaptı. Bu oyuna harcayacağım zamanı Guducan ile oyun oynamakla geçiririm, başlarım candysine de, jölesine de dedim ve bir hışımla kalkıp oyunu telefonumdan sildim. Ohh! Yol yakınken kurtuldum. Ki bir kaç gece daha gözümü kapatınca o lanet olası şekerlerin geçiti devam etti. 
       Bu oyun resmen gönüllü esaret. Ve o kadar çok level var ki bu oyunda 300 mü, 500 mü, tam bilmiyorum. Yazık yahu. Harcanan zamana yazık.
      Alakasız dipnot: Level aralarında çıkan küçük kız, Sünger Bob' un kurs hocası bayan Puff' ın çocukluk hali sanki.))