UA-48803772-1

21 Kasım 2014 Cuma

Uçurtma Avcısı


     Khaleed Hosseini' nin ilk okuduğum kitabı 'Ve Dağlar Yankılandı' idi. Yani yazarın son romanı. 
Genel kanı, Ve Dağlar Yankılandı romanının yazarın önceki romanları kadar iyi olmadığı yönündeydi. Yani arkadaşlarım, eş dost falan öyle dediler. ( ne kaa entellektüel bi çevrem var) Oysa ben Uçurtma Avcısı' nı okuduktan sonra onu -eh-  beğendiğimi farkettim. 
    Gelelim Uçurtma Avcısı' na. 
    Öncelikle bu kitabın iyi bir kitap mı, kötü bir kitap mı olduğuna karar veremedim. Onu belirteyim. 
    Evet okurken etkilendim. Kitabı elimden bırakasım gelmedi. Bazen gözlerim doldu. Bir bölümünü, kitabın kilit noktası olan bölümünü okuduktan sonra uykum kaçtı, uyuyamadım. 
     Peki bu bir kitaba iyi demek için yeterli mi?
    Eğer dramatizm, ajitasyon arıyorsam oturur, akşamları güzide dizilerimizden bir tane izlerim. Ki zaten kitabı okurken bi kaç defa 'bu ne ya böyle sanki Mahsun Kırmızıgül filmi izliyorum' dediğim zamanlar oldu. Mahsun' un filmleri de böyle ya; Insan izlerken o veya bu sebepten görmemesi gereken bir olaya şahitlik etmiş gibi bir hisse kapılıyor. O da insanın kızgınlığının, nefretinin, acıma duygusunun en uç, en mahrem denebilecek noktasına dokunuyor ya (ne gerek varsa) hani. Öyle ki insana rahatsızlık veriyor. 
      Bu kitap da bende bu izlenimi yarattı. Ve ne yazık ki bunun tek nedeninin ticari kaygılar olduğunu düşünüyorum. :/
    Her yazar kitaplarının daha çok okunmasını, çok satmasını ister. Ama ben de okuyucu olarak yazarın bu kaygısını okurken hissetmek istemiyorum. 
     Evet, acılar, zorluklar, ölüm, yoksulluk hayatın bir parçası. Görmesem de, okumasam da, birileri bir yerlerde zor hayatlar yaşıyor, yaşayacak. Ki ben de okuduğum kitaplarda hep güzel, tatlı şeyler yazılsın, hepsi mutlu sonla bitsin, gülümseyerek okuyayım demiyorum. Ama, dediğim gibi bu kitapta, kötü detayların bu kadar pervasızca gözüme sokulmasından rahatsız oldum. 
       İşte çok satanlar, çok sattıranlar hikayesi bu. Bu hikayeyi sevmiyorum. 

20 Kasım 2014 Perşembe

Bir Kitap Okudum

       Bloguma günlerdir hiç uğrayamadım çünkü misafirim var. Şehirdışından akrabalarımız geldi. 
       Allah misafiri evimden hiç eksik etmesin. Öyle çok seviyorum ki misafir ağırlamayı. 
Yoruluyorum evet. Hem de ciddi yoruluyorum. Çünkü hem bebekle uğraşma, hem de günlük ev telaşesinin yanında ekstra bir çay servisi bile "iş" oluyor benim için. Hele ki misafirim yatılı misafirse bütün günüm ışık hızında geçiyor. Ve gece yatağa pelte gibi uzanıp derin mi derin bir uykuya yatıyorum. 
      Yemekti, tatlıydı, temiz çarşaf, havlu, çay, kahve derken kendimden geçiyorum geçmesine de şu üç gündür bir de kitap bitirdim. Herkesi yatağına gönderip, mutfağı toparlayayım da sonra uyurum derken bünyem sinyal veriyor; 'bugün bana/kendine hiç zaman ayırmadın'!!!
     Kendime zaman ayırma olayını önemsiyorum. Çünkü bunun zamane insanının pilini doldurma yöntemi olduğunu düşünüyorum. Deşarj dedikleri olay yani. O kısacık zamanda, işe güce, görevlere, kafada dönen tilkilere bir mola vermeli ki yeniden dönmek için de enerji depolansın. 
    O zamanda ne yapılacak, nasıl yapılacak, öyle özel bir formülüm, bir sırrım yok. O günün şartlarında ne yapmak istiyorsam, belki yarım saat uzanmak(uyumak yok:))), belki internette biraz takılmak, belki sevdiğim bi şarkıyı yedi kere üst üste dinlemek, belki kişisel bakım yapmak, belki sadece bir fincan çay içilebilir. Yeter ki kendime o zamanı vereyim ben. Her zaman yaptığım şeylerle bile doldurabilirim onu. 
      Hatırlıyorum, çalışırken, çok yoğun olduğum günlerde bile masamı olduğu gibi bırakıp çayımı alıp bahçeye, balkona çıkıp on dakika olsun kafa dinler sonra gelir yine devam ederdim. Öyle iyi gelirdi ki. 
        Ha bu olayın bir püf noktası var ki, kendine zaman ayırma zamanı gelmişse ertelememek lazım. Ha şimdi ha sonra derken kaynayıp gider, sonra gecenin bi vakti bende olduğu gibi kendini hatırlatır. 
        İşte bu son günlerde de beni rahatlatacak olan bir kitap okumaktı. Bunun içinde Khaleed Hosseini' nin Uçurtma Avcısı kitabını seçtim. 
      Lafı geçmişken söyleyeyim ben bestseller lardan hiç hoşlanmam. Bir şey çok satmışsa iyi değildir gözümde. Aynı şekilde tanınmayan bir şarkıcıyı keyifle dinlerken tanınmaya, klipleri yayınlanmaya, heryerde şarkıları çalmaya başlayınca kızar, dinlemeyi bırakırım. Sanki eskiden sadece bana ait bir şeydi de şimdi herkesin oldu gibi bişey hissediyorum. Alışveriş yaparken 'abla bu üründen çok sattık, elimizde bir tek bu kaldı' cümlesini duyarsam elimdeki herneyse bırakırım, almam.  Bazı başka insanların da böyle olduğunu duydum. Mantığı ne bilmiyorum. Aidiyet duygusuyla mı ilgili? Yoksa kendini çok önemseme hastalığına mı yakalandık acaba? Hıhh! 
      İşte bu kitap için sağda solda o kadar şey duydum, her türden o kadar insan ağzını yaya yaya 'çookkk güzzel bi kitap, okurken o kadar ağladım kiii, mutlaka okumalısın' dedi ki yine bir önyargı başlamadı değil. Ama yine de okudum ve üç gece bi kaç saatlik okumalarla kitabı bitirdim. Kitap hakkında ben diğer okuyanlar gibi çok güzel bir kitap demeyeceğim. Elbette daha fazlasını söyleyeceğim. Ama bir sonraki yazıda. 

15 Kasım 2014 Cumartesi

Bu Benim Hayatım (pilav)

     Akşam bi müzik kanalı açtım da şarkı dinleyeyeyim dedim. Şansıma İstanbul' da yapılan bir müzik festivalini canlı veriyorlar. Oo süper. 
     İlk hip hop söyleyen bi grup çıktı. Adı No1 miş. Şarkının adı da "Bu benim hayatım". Ben gençken Ceza vardı, Sagopa vardı. Tey teyyy.
      Hala varlar de ben yoğum. Insan büyüyünce bu müzikleri dinlemiyor. Çünkü ergenlerin ve ergen kalanların müzik tarzı bu. Bence tabi. 
     Neyse şarkı tam rap, hip hop işte o tarz. İşte hayatın sillesini yemişim ben, zaten sigaraya altı yaşında başladım, yok eskiden gözlerim karaydı, şimdi kararan gözaltlarım falan, şarkı hızlı hızlı akıyor. Arada kamera seyircilere dönüyor. 10  15 sene önceki halimden kızlı erkekli bi sürü var. Hepsi çok tatlılar. Şarkılara tüm benlikleriyle eşlik ediyorlar. 
     Ama o da ne, bir gariplik var. 
   Solist pilav sever çıktı. "Yaşamak için tek sebebim belki de pilav" diyor. Şaşırıyorum, bi daha söylüyor, sonra bi daha. "Aa pilav için şarkı yapmışlar, demek ki benim kadar sevenler varmış", diyorum. Ama bi yandan da yok canım o kadar da değil diyorum. Kamera seyircilere dönüyor. Onlar da pilav pilav diye tempo tutuyor.  Bir kaç dakika dumur oluyorum. Alla alla. ???
   Neyse ki sonra anlıyorum. Pilav değil o hip hop mış. Cancanlar hipap hipap dedikçe pilav anlamışım. 
      İşte. 
      Kafa uykusuzluktan gidip geliyo ne yapacaksın. Sevgiler! 

Bağırsak Hikayesi

      Unuttum yazmayı. Gudu' nun kaka tahlilini yaptık. Tabi çok mühim bi mesele nasıl unuturum. Sanki herkes işi gücü bıraktı, nefesini tuttu Gudu' nun bağırsağında kurt var mı yok mu onu bekliyordu. Olsun.
       Belki bebeğinin sık uyanması nedeniyle uykusuzluk çeken bir anne daha vardır. (Daha neler, tabi ki vardır)  Ona da fikir olur yazdıklarım. Evet Gudu' nun yaklaşık iki aydır uyku düzeni bozuktu. Gece sık sık uyanıyor ve ağlıyordu. Ben de yaptığım araştırmalar sonucu kıl kurdu olabilir diye düşünmüştüm. Merak edenler daha önceki uyku konulu yazılarımı okuyabilir. 
     Yakın bir hastane bulduk. Ve sabah Gudu yapar yapmaz çıktık yola. Doğru tabakhaneye. Ay pardon hastaneye. ((Bu arada bu deyimin kaynağını merak edip onu da araştırdım. Malum araştırmacı bir kişiliğim. Şöyle ki; eskiden postların yani hayvan derilerinin işlendiği yere tabakhane denirmiş. Bu derilerin parlaması da afedersiniz köpek kakası sayesinde olurmuş, ve kaka ne kadar yeni yapılmış olursa deri o kadar parlak olurmuş, köpekler de genelde bu işi sabah yaptıkları için o yaptıkları şeyler hızlıca toplanıp tabakhaneye yetiştirilirmiş. İşte bu deyim burdan gelmiş))
       Konumuza dönelim. Elimizde Gudu' nun kirli bezi hastaneye koştuk. Tahlil yapılabilmesi için 45 dakikayı geçirmememiz gerekiyor. 
      İğrenç detaylar var da onları anlatmayım şimdi. Zaten ne iğrenç bi yazı oldu bu. Kurtlar, kakalar ıyy. 
      Sonuç: temiz. Kıl kurdu, parazit bilmem ne, hiç bişey yok. Çok şükür bu çok iyi bir haberdi. Ama elimde uykusuzluğunun nedeni olarak bir tek bu kalmıştı. Oy ben nerelere gidem. Bir de eşimin "ben demiştim yok diye" lerine maruz kaldım. Ama olsun neyse ki çıkmadı. Hem bir sürü uğraş dur, minicik bebeğe ilaçlar ver, dezenfekte et falan filan. Hem de ben kesin "pasaklı anne miyim ben?" Triplerine girerdim. 
     Uykusuzluğa gelince, oğulcan hala uyanıyor ama eskisi kadar sık değil. Uyumadan önce iyi doyurup uyku saatini ileriye çekmek biraz farkettirdi. 
      Ben de artık hortlak gibi gezmiyorum. Biraz daha uyuyorum ya da bu tempoya alıştım. Bazen kafa gitmiyor değil, ama öyle de yaşamaya alıştım. 
        Malum, tenyalar bağırsakta yaşar, bağırmasak da. 
        Hadi eyvallah. 

14 Kasım 2014 Cuma

Urfalıyam Ezelden Geri Döndü

      Geçen Urfalıyam Ezelden' in yayından kaldırılmasına içerlemiştim ya. Dayanamadım aradım Kanal D yi, bağırdım, çağırdım. "Ben bu diziyi sevmiştim, izliyordum, nasıl kaldırırsınız?" diye çemkirdim. Telefondaki bayan bana "kanal politikamız bunu gerektirdi, ne yazık ki sizin beğeninize göre karar veremeyiz", demesin mi? "Sen benim kim olduğumu biliyor musun densiz, hadsiz, müdürünü bağla hemen", dedim. Sonra müdürü, sonra yayın yönetmeni, kanal sahibi derken iş RTÜK' e kadar gitti. Sonra arayıp özür dilediler falan da off neyse çok sinirlendim,  sizinle uğraşamicim dedim, kapattım konuyu. 
   Sonra geçen gün yazımı görmüş Star Tv yöneticilerinden biri aradı;"Madem bu kadar beğenmiştiniz, hemen diziyi bizim kanala çekiyorum. Keyifle izlersiniz bundan sonra" demesin mi? 
Sevindim tabi. O kadar kanallarına reklam veriyorum, tonla para döküyorum, sponsorluk anlaşmaları falan. Yapsınlar tabi bir güzellik. 
      Hem bu kadar servet sahibi insanım, böle küçük şımarıklıklar yapmaya da hakkım var sanıyorum. 
      Umarım dizi de sapıtmadan, pembe diziye bağlamadan, güzel güzel devam eder.
      Bak sevgili Urfalıyam Ezelden dizi ekibi: o kadar uğraştım, siz de çizginizi bozmayın ok? 
      Settarcığım senden sorarım bak dükkanın sahibi de ailenin reisi de sensin, haberin olsun. 
      İmza: kafası güzel ev hanımı. 
     (Şimdi yanlış anlaşılmalar falan olmasın. Kimse kimseyi aramadı. Reklam, sponsorluk falan yok öyle şeyler. Ama ben sponsor arıyor olabilirim tabi. Olabilir yani. Beklerim cnm. ) 

13 Kasım 2014 Perşembe

Dünyanın en zor işi çocuk büyütmektir.

      Geçenlerde yabancı bir reklam gördüm. Sloganı buydu: Dünyanın en zor işi çocuk büyütmektir. Kesinlikle katılıyorum. 
     Dünya üzerinde bu kadar sevilerek yapılıp bu kadar yoran başka bir iş var mıdır? Hem de ömür boyu, her zaman, her dakika, her saniye. Yanınızda değilse aklınızda, aklınızda değilse kalbinizde.       Düşünün ki daha bu dünyada yokken, kim olduğu bile belli değilken karnınızda. Ve görmediğiniz birini daha o zamandan bu kadar sevebilmek ne kadar enteresan. 
     Ve sizi yoran, evinizi kirleten, uyutmayan, bazen cinnet geçirten, 'büyüdükçe derdi de büyüyen'  birini bu kadar sevmek. Parmağına taş değse içinizin parçalandığı, hasta olunca ağlayacak kadar sevmek. 
      Dün akşam oğlum bisikletinden düşüp kafasını sehpanın kenarına çarptı. Ciddi birşeyi yok. Ama ben kendimi suçluyor ve düşündükçe ağlamaklı oluyorum. Evet, çocuk o. Düşe kalka büyüyecek. Ama ben onu canının azıcık bile yanmasına tahammül edemeyecek kadar çok seviyorum. Bu sevgidir bana bu satırları yazdıran. 
      Ve hep duamdır: Allahım! Kimseyi yavrusuyla sınama.

11 Kasım 2014 Salı

Urfalıyam Ezelden


     Ne güzel bi diziymiş. Üçtür izliyorum. 
   Normalde akşamları televizyon izlemem. Eşim evde olur, yemekle uğraşırım, çocuğu uyuturum derken fırsatım olmaz zaten. He bir de, sabah izlediğim bi dizi olduğu için kotamı da doldurmuş olurum. 
    Bu diziyi ayrı sevdim ama. Hikaye güzel, kadro çok iyi ve müthiş Urfa türküleri var. Izlemek için plan program yapılası. Bir de şarkıcı Öykü Gürman var başrolde. Ben bu kızın bu kadar yetenekli olduğunu bilmiyordum. Sesi de türkülere ne çok yakışmış. Öyle yanık, öyle içten söylüyor. Ben bu diziyi tuttum izlerim. 
    Diyordum ki; hoppala! Yayından kalkmış. Dikkat ediyorum da, ne zaman şöyle güzel, arı duru, sakin, biraz geleneksel, biraz memleket kokan bi dizi çıksa bir kaç bölüm sonra ipini çekiyorlar. Sebebi de reyting almamasıymışşş. Diziyi pazar günü maç programlarının olduğu saate koyarsanız ne beklersiniz sayın D kanalı? Hıı? 
    Yani illa kasvet kasvet dramları ya da ergen saçmalıklarını mı izleyeyim? Mecbur muyum? 
Ki bu dizide de dram vardı, aşk vardı, şiddet de vardı, en kralından töre de vardı (bkz: ölmem mi) Ama ölçülüydü ya, olmadı di mi? 
    Ben sabah kuşağına takılmaya devam. Kadın bu sabah kör oldu iyi mi? Hem de histerik körlük. Hey Allahım! 
     Ya o değil de Urfalıyam Ezelden de Bülent Serttaş abi de oynuyordu yaa:(( 

8 Kasım 2014 Cumartesi

Poğaçaya Mektup

    Sevgili poğaça! Bugün de yine senden istediler. Ben yapınca daha lezzetli ve pofidik oluyormuşsun.
          Hatta içlerinden biri senin pofidik olmanı benim de öyle olmama yordu ve diğerleri güldüler 😡😡 
           Asıl konuya gelelim; sana nasıl hitap etmemi istersin? Ben poğaça diyorum, bence doğrusu bu. Puaça, poğça, boğaça diyenler de var. Sen hangisini tercih edersin aceba? Biliyor musun, Menemen de aynı dertten muzdarip. Ona da melemen ve ya meleme diyorlar.:((
        Benim de bozulmaya çok müsait bir ismim var ve bozuyorlar tabisi. Kızmıyorum. Kim nasıl seslense dönüyorum ne uğraşıcam. Bak mesela ben de bizim oğlana Gudu diyorum. Ben de yaptığıma göre kötü bişey değil demek ki! 
           Hadi, afiyet ol. Hoşçakal. 

7 Kasım 2014 Cuma

Aşure

    Aşureyi benim kadar seven var mıdır acaba? Bayılırım, bayılırım. 
    Benim gibi aşure aşığı biri için Muharrem ayı bulunmaz nimet. 
    Bu yıl otlakçılık yapmayayım, kedi gibi komşuların getirmesini beklemeyeyim, dışarıdaki lezzetsiz aşûreleri de yemeyeyim, hem ben de komşulara dağıtırım, dedim bugün kendim yaptım. Çok da güzel oldu. Dee her profesyonel ev kadını gibi benim de yaptığımı yiyememe sorunum var. Pişirirken doyuyorum derler ya o hesap. 
   Ben normalde yaptığım yemekleri de yiyemem öyle. Sofraya iştahı kapalı bir şekilde otururum. Herhalde kokudan falan etkileniyorum. Ya da bütün yapım aşamalarını gördüğüm için hevesim kaçıyor. 
    Aşurede bu olmasaydı iyiydi. Ben koca bir tencere aşurenin bir kısmını dağıttıktan sonra kalanını üç gün kase kase yerim diyordum. 
     Neyse, yarın kocacım işe götürsün bari. Sevaptır. 
     Bir de gözümde büyütüyormuşum ne kadar kolaymış aşure yapmak meğerse. 

3 Kasım 2014 Pazartesi

Pembeymişş


  Yaklaşık iki yıldır evde oturuyorum. Ev hanımıyım yani. Ev hanımlığının şanındandır ya gündüz  kuşağı benim de yarim oldu. 
   Sabah programları, ne olduğu belirsiz konuklar, yani güzellik uzmanları, diyetisyenler, astrologlarla dolu.  Sunucularını da çok samimiyetsiz buluyorum. Izlemiyorum.
   Bir de yok o kiminle kaçtı, yok on aydır şundan haber alınamıyor, yok kızını dokuz yıldır görmedi programları var. Onlara da tahammülüm yok. 
    Evlilik programları var ki sinirimi zıplatıyor. 
    Ne kalıyor geriye: pembe diziler. 
   Adları pembe dizi ama hiç pembe değiller. Hatta bildiğin kara, kapkara, zift gibiler. Entrika, dram, acı, gözyaşı... Pembe denilmeyecek ne ararsan var. 
  Takip ettiğim bir tanesi var ki; her bir karakterin başından neredeyse bi kere tecavüz, şiddet, zenginken dibe vurma, hafızasını kaybetme, felç geçirme, bebeğini düşürme falan filan sırasıyla geçti. Yıkılmadılar ama, hala senaristlerin arada önlerine attığı azıcık mutluluk kırıntısına bütün dişleriyle gülüyorlar. Sonra yine gözyaşı, gözyaşı, gözyaşı. Hele bu dizilerden birinin baş karakteri iki sezondur aralıksız ağlıyor. 
   Bir kere sanki hepsi anlama özürlü. Biri birine bişey anlatacak ya, anlatana kadar, güneş batıyor, dinleyen çoğu zaman anlamıyor zaten. Tam bir seferinde anlayacak gibi oluyor. Hehh diyorum oldu bu sefer. Ama yok olur mu hiç. O sırada bir telefon geliyor, biri bayılıyor, üst kattan kurşun sesi geliyor, evde yangın çıkıyor, olaylar, olaylar. 
  Ama canları isteyince de (senaristlerin) öyle zamanlarda, öyle yerlerde, öyle olmaması gereken karakterler karşılaşıp öyle görmemeleri gereken şeyleri görüyorlar ki aklım duruyor. 
   Bir de akrabalık ilişkileri var ki, bir dizidekini aylardır izlememe rağmen hala çözmüş değilim. Kim kimin nesi belli değil. Ama her an biri birinin dostu, düşmanı, katili, sevgilisi, hatta anası, babası olabiliyor. 
   Izlerken eğleniyorum evet ama bir noktada sinir bozucu olabiliyor. Bazen höhh diyorum. Başlarım kurgunuza deyip kumandayı fırlatasım geliyor. 
   Sevgili senaristler bu laflarım size: Abi siz ne yiyip, ne içiyosunuz, nasıl bir hayat yaşıyosunuz, kafanız nasıl bir çalışmakla çalışıyor. Ekip olarak toplaşıp, çayı kahveyi, cipsi mısırı alıp, hadi sallama serbest diye işe koyuluyorsınuz o kesin de nasıl manyak bir hayalgücünüz var. Nereden uyduruyorsunuz bu kadar saçmalık? 
    Ay içim şişti. 
  Ama ben biliyorum ne yapacağımı. Bir gün bütün setleri tek tek basıp herşeyi bir bir anlatıp rahatlayacağım. Görürsünüz siz. 
    İmza: bir ev hanımı. 

1 Kasım 2014 Cumartesi

Hoşçakal Gözüm


     Birkaç gün önce Ahmet Abinin doğumgünüydü. Ahmet Abi diyorum ya bir tanışıklığım yok. Bir konserine bile gitmişliğim yok(ne yazık ki) 
     Biz eşimle ona Ahmet abi diyoruz. Ne zaman dertlensek, tartışsak, sıkılsak açıyoruz şarkılarını. O söylüyor, biz susuyoruz. Ben çoğu zaman ağlıyorum. Çünkü onun sesi benim kalbimin en ince yerine dokunuyor. Eşim de durgunlaşıyor. Üzülünce yaptığı gibi gözlerini kaçırıyor. Bazen gözlüklerinin altından bir yaş süzülüyor. Biz, ikimiz, kalbimize dönüyor, kalbimizdekilere dönüyor, birbirimizin kalbine geçiyoruz. O güleç ama hüzünlü adam bize biz olduğumuzu, bir kalbimiz olduğunu, insan olduğumuzu hatırlatıyor bir süre. Sonra yine dönüyoruz hayatımıza. Ne yiyeceğimizden, alışverişte neler alınacağından, Gudu' nun bugün neler yaptığından, trafikteysek önümüze kıran adamdan konuşuyoruz işte. O bir kaç şarkılık zamanlar hayat telaşemize hüzünlü ama güzel ve özel bir mola oluyor.
      Ona gelince;
     Yaşasaydı da bu günleri görseydi denilecek bir durum yok ne yazık ki. Evet birşeyler değişti ama. Şimdi de trajikomik bir durum var ortada. Dün ona vatan haini diyenler şimdi de akıllarınca kucaklıyorlar onu.
      Yapay bir iade-i itibar, bi şakşakçılık, dizilerde, haber bültenlerinde şarkıları çalıyor falan. 
     O rezil gece utançtan yerin dibine girilesi şeyler yapan güruh bi günah çıkarma havasındalar şimdi. 
      Ruhlarını satanlar o gün nasıl davranmaları gerekiyorsa öyle davrandılar. Bugün o düzen tersine mi döndü? Farketmez, onlar yine ne gerekiyorsa yaparlar. 
     Bu yüzden yarın öbür gün Serdar Ortaç, Ebru Gündeş falan yüzleri kızarmadan sahnede onun şarkılarını söylese hiç şaşırmam. 
     Gerçi ben  Serdar Ortaç' a kızmıyorum. Özeleştiri yapıp, o zamanlar yeni piyasaya girdiğini, tutunmaya çalıştığını, o çirkin davranışları baskı altında gerçekleştirdiğini, pişman olduğunu defalarca söylediği için bir tık önde. 
    Ama bunları müzik piyasasında bir yere gelmeden üzerine gidilmeden, ortalık durulmadan, Ahmet Kaya bu dünyadan gitmeden önce yapsaydı belki bir anlam ifade edebilirdi. Onun için kendini aklaması artık mümkün değil. Ama en azından bir çabası var iyi kötü. 
   Ben onu da linç savunucularının diğer bir kurbanı gibi görüyorum nedense. Genel resme baktığımızda orada onu da harcadılar  gibime geliyor. Bir fırsat sunmuş gibi yapıp onu da hayatının sonuna kadar bu ayıpla yaşamaya mahkum ettiler. Yazık. 
      Ahmet Kaya gibisi dünyaya bir kere gelirdi. Geldi ve gitti. Hoşçakal Gözüm.